Ateş ve Buz

İnsanı dönüştüren ateşse, o ateş acının olduğu gibi şefkatin de ateşidir.

Bir odadaki acının kokusu, şefkatin kokusudur. İnsan zamanla ikisini ayırd edemez olur.

Şefkat, o nedenle yumoş ve mıçmıç bir şey değil, insan yaratımının en cesur ve en asil halidir. Şefkate bir beceri demeye dilim varmıyor, şefkat bir hal çünkü.

Şefkat, açık bir kalple ızdıraba eşlik edebilme hali.

Bu, bazen bir şeyler yaparsak geçecek bir acıdır; o zaman bir şeyler yapmaktır şefkat.
Bazen de geçmeyecek bir acı vardır; acı oradadır ve o zaman da orada durmayı bilmektir şefkat. Sadece orada olmaktır.

Geçsin diye değil, acı orada diye şefkat duyarız.
O acı. Bazen geçer. Bazen de geçmez.

Şefkatli olmalıyım diye düşünerek şefkati hissedemeyiz. Hele “şefkatli davranmalıydım” varsa kafada, şefkatten ziyade ilk evvela o -meli,malı kısmına bakmalı cümlenin.

Peki nasıl öğreniyoruz bu hali? Nasıl lafta kalmaz, yaşama geçer de, bu diyalogta, şu ilişkide, o halde kendimi şefkat içinde bulurum?

Şefkati öğrenip hayatına dahil etmek isteyenler -ama bunu 8 haftalık bir çalışmayla bir sebepten yapamayacaklar- için sağlam bir temel çalışma kurguluyorum bir süredir. Bu işin bir yüzü, ihtiyaç ve talep tarafı.

Diğer yüzünde de benim ihtiyaçlarım var, işin gerçeği. Eğitmeni olduğum, kar amacı gütmeyen uluslararası  kuruluşun müfredatını uygulamakla yetinmeyip, bugüne kadarki tüm birikimimi şefkatin etrafında kullanabilmeye, denemeler yapmaya, bunlarda derinleşmeye dair yoğun bir özlem hissediyorum. Bu çalışma benim özgür, yaşayan, dönüşerek büyüyen oyun alanım olacak.

Bu çalışmanın hayali, geçtiğimiz yaz düştü içime. Ortaya çıkması bu güzü buldu. Ama hayalinden önce tohumu, geçtiğimiz kış cihangir yoga fındıklıda bir yin dersi sonrası meditasyonda otururken belirdi. Yin’ le şefkat birleşecekti, pek de güzel birleşecekti. İkisinin üzerine bir şeyler daha gelecekti, onların neler olacağını hayatın bana göstermesini bekleyecektim.

Hava çok soğuktu, kedi gibi kaloriferin en dibine sığınmıştım, hep yaptığım gibi. Şimdi farkediyorum, soğuğu bu kadar sevmemin sebebi, yaslanmakla ve sığınmakla ilgili galiba. Islak kıyafetler, kalorifer peteğine bırakılmış bereler, atkılar şahitliğinde sadece bir kaç damla gözyaşı. Gerçekleşeceğini biliyordum zamanı gelince, o an ek hiç bir şey yapmak isteği belirmedi içimde ve sadece beliren şeyin tadını çıkardım. Siste yürür gibi yürüyeceksin diyordu Berivan o esnada salonda. Evet öyleydi, o gün yapılması gerekeni kalkıp yapıyordum. O kadar.

Cihangir’ den aşağı akan o oluk oluk yağmuru, o soğuğu, o peteğin yanının sıcaklığını, o kokuyu ve güzel Berivan’ ın Aşık Veysel sonrası titreyen muhteşem sesini unutmuyorum. Geçmişin geçtiğine kim karar veriyor? İşte burnumun ucunda, gözümü kapatınca ordayım! Rüya içinde rüyalarımız, ah şu insanlık hallerimiz. En bu bedenden azade işleri, bu bedenlerin içinde yaşamaya mecbur oluşumuz.

Sonbaharı ve kışı çok seviyorum. Ama resmin tamamlanması haziranda oldu. Manastırda Thich Nhat Han’ ın öğrencilerinden o fazla güzel sesli kız, her öğlen bizi yatırıp ninniler söylerken derin gevşemede, yarı uykuda yarı uyanık, o yarım minderlerin üzerinde yatarken, içimde bir şeyler feci halde oynadı. O ses, o ninni, o gevşeme bana vagus siniri ve polyvagal teoriye dair hatmettiklerimi bir güzel unutturdu. O unutuşta, sade bir hatırlayış vardı.

Tam o muhteşem zen deyişi gibi işte: Zen’ den sonra ninniler tekrar ninni oldu! Başladığımız yere dönmüştüm, ama o yeri ilk kez anlıyordum.

Neyse sonra iş ciddiye bindi, oturup ineklendi. Böyle yazınca hepsini oturup masada yazdık-çizdik gibi oluyor. Halbuki insan yıllarca, yollarca, oturmaklarca, can acısıyla, kitaplarca, hocalarca, meclislerce, gecelerce biriktiriyor. “Almadığım gibi bir anneliği vereceğim.” diye bir yola baş koymakla belki en çok da. Ki bu annelik bana kalırsa sadece biyolojik doğumla ilgili değil. Hamilelikler ve doğumlar yaşayan herkes, öyle sanıyorum sürecin çok benzer olduğunu gözlemliyordur, yoğunlukları farkediyor belki azıcık.

Bir yaratıma kanal olmaksa o doğum, her doğurduğunla daha ilk içine düştüğünden itibaren ilişkine bakarak anneliğini şıp diye görürsün. Doğmadan öldüren katil annelerden misin? Doğurduğuna sahiplenmeden gözün gibi bakabilir misin? Yapışıp kendinden ayırmayacağım derken onu da kendini de büyümekten mahrum edenlerden misin? Görmediğini göstermeye sahiden gönlün var mı? Besleyicilikte, korumakta, desteklemekte, güçlendirmekte, büyütmekte, gerekirse iyi anneliği terkedip kıçına tekmeyi basmakta nasılsın?

Sonra işte geçenlerde, içimde bir sıkıntı, ormana gideceğim. Evden çıkarken elim otomatik olarak laptop ve kitabımı çantama atmaya yelteniyor. Sanki bir elim ötekini bileğinden yakalıyor. Hayır, diyor elim, yanına sadece bir defter bir de kalem alabilirsin. Bugün, akşama kadar hiç bir şey yapmadan duracaksın. Durmadıkça bakışındaki o netliği nasıl kaybettiğini iyi biliyorsun. Ve bugün, o netliğe çok ihtiyacın var. Bugün, dindar bir şekilde avarelik yapacaksın kendi başına. 

Sonbahar havasını, renkli yapraklarını, bastıkça oluşan çıtırtıları ne olursa olsun kaçırmayacağım! Kaç sonbaharım daha var bilmiyorum bu muhteşem gezegende.

Yolda en sevdiğim Coldplay’ lere bağıra bağıra eşlik ederken Belgrad’ ın o km’ si, yönü belli parkuruna gidemedi o araba bir türlü. Oraya gideceğimi kendime söyleyerek evden çıkarken de, içten içe bunun kendimize söylediğimiz yalanlardan olduğunu biliyordum, sanırım. Yol kenarında bir yerde aniden durup, iştahla daldım ormana.

Parkursuzluk, ölçüsüzlük, hesapsızlık! Oldu bitti seviyorum, başıma iş açmışlığı varsa da vazgeçmedim. Ne bedeller ödedim ve hala ödemekteyim, bana çizilen yolda yürümüyorum diye! Çizilmiş yollara müsadenizle bir parça fazladan gıcık olma hakkıma hala daha sahip çıkıyorum, şimdilik. Ne biçim şefkat öğretmenisin diyenlere bedduam parkurlara girin de sıkıcı insanlarla, çıkamayın inşallah 🙂 

Kokulara, düzeltilmemiş zemine, korkuma, tüm duyularımın keskinleşip canlanışına hayret ede ede yürüdüm. Biraz daha yürüdüm. Öylesine bir ağacın gövdesine sırtımı verip oturdum artık nihayet yorulduğumda. Defterimi çıkardım, önce son çıktığım seyahatten günlükleri, dönüş uçağında yazdıklarımı okudum. Kuş sesleri eşliğinde yazmaya yeni başlamıştım ki bir deklanşör sesiyle irkildim. Kafamı sesin geldiği yöne çevirince, bir kadının ekşimiş yüzünü gördüm. Utanarak hafif, yüzünüz belli değil, ama çok güzel görünüyordunuz, uzaktan çekmek istedim, isterseniz bakabilirsiniz ve silebilirim de, dedi. Yo, dedim. Sorun değil. Bakmak istemiyorum, silmenize de gerek yok. Cesaret aldı sanırım cevabımdan, peki o zaman biraz daha çekebilir miyim böyle arka taraftan, siz rahatsız olmayın yazmaya devam edin dedi. Tamam, dedim. Fotoğrafımı çektiğini bilirken o nasıl çıktığımla ilgili dert ettiğim tüm fotoğrafları düşünüp gülümsedim. Pejmürde bir tip, makyajsız, kafamda eski püskü bir bereyle tanımadığım biri ormanda fotoğraflarımı çekti. Sonra da iyi günler, dedi ve uzaklaştı.

Neyse, dedim, fotoğraf çeken bir kadına rastladığıma göre fena bir yerde sayılmam, serilebilirim buraya bir parça daha. Bir de sonra halimiz komik geldi, ikimiz de aslında yalnız kalmak için oradaydık ve bu karşılaşma düpedüz komikti. 

Yazmam bitince biraz boş boş etrafa baktım. Biraz dinledim. Dua ettim. Biraz bana yardım edin n’olur, saçmalamaktan korkuyorum, ben buraya niye gelmiştim, onları yapamamış olarak yaşamımı harcamış olmaktan korkuyorum dedim benim olağan güçlere. Olağan güçler! Sizden iyi kim bilecek içimi. Sığınmayı, yaslanmayı ne çok özlediğimi. Anlattırmayın işte! Sonra sülalemde şifacı büyük bir teyze vardı, hocaydı Münevver Teyze, o geldi gözümün önüne. Tuhaftı, biraz çekinirdik kendisinden, biraz da çekilirdik varlığına, çocukken. Biz kim o çocuklukta, bilmiyorum, çok yalnız hisseden bir çocuktum. Olsa olsa kız kardeşimdir o biz canım, Zeyno’ dur. Münevver Teyze de kendini böyle yalnız hissetti mi bazı anlar, diye merak ettim. 

Sonra kendiliğinden bir meditasyon hali geldi. Hızlıca derinleşsem de meditasyon kısa sürdü, çünkü manastırdaki kızın ninnisini duydum! En iyisi bu dik oturuşu bırak da sırtını dikenli de olsa şu toprağa ver a benim ciddi görev insanı kızım diyerek içimden, uzandım. Ninniyi açtım. Toprağın üzerinde uzanmak yapayalnız, tüm çalı çırpı dikeniyle, biraz ölüm tefekkürü gibi de oldu. Ölüme çok yakın hissederken akşam yapacağım eğitim grubuna, eve dönerken yapacağım küçük alışverişe, okuldan alacağım oğluma da bir o kadar yakın hissettim. Ciddiyet gitti, hafiflik geldi.

Aralıkta dedim, ben asıl galiba seni tekrar duymak için geliyorum güzel kız. Bu kez sarılacağım gidip o güzel sesin sahibine, teşekkür edeceğim gözlerinin taa içine bakıp. Canım isterse ben seni bi gün ormanda bile dinledim biliyor musun bile derim.  

Sarılmak mı? Rahibeye mi? Ben de bazen ne soğuk nevaleyim arkadaş! Bir de hemen samimi oluverenleri, bir bakmışsın kanka olmuş koyun koyuna oturuyorlar rahibelerle’ leri kibirle süzdüğüm o anlar. Marifet ya benim gibi olmak. Seçmeden, öyle geliştiği için öyle yaptığımız her şeye derinden bakmalı! Yakın zamanda canımı yakan bir an belirdi hemen zihnimde şimdi. İncecik tüm detaylarını hatırladığım. Derisi kalın olmayan, hayatı inceliklerle gören ve algılayan birinin, içini açtığı kadar içine kaçması icap ediyor. 

Soğuk nevaleliğimin ne kadar işime yaradığını hatırladım allahtan. İnsanın ciğeri elinde gezmesi gibi arkadaş, nasıl bu kadar açılıyorsunuz? Ben bir, tek bir kişiye biraz açılsam elimden kanlar falan süzülüyor. Evet, hala. Kaç ninni, kaç meditasyon, kaç zikirle, kaç şarkıyla, kaç bakışmayla, kaç sevişmeyle çözülür daha bazı buzlar? Bilmiyorum. Neyse, bana verilen malzeme bu. O malzemeden şu yaşıma kadar bunu çıkarabilmişim. Daha doğrusu hayat benden bunu çıkarmış! O kadar da öğrenicez diye debeleniyoruz ki! Yakından bakarsan trajedi, uzaktan bakarsan komedi işte tam. Olana razı olacağız, işimiz bu, hem ormandayım, hafif de rüzgar başladı, buzuma da razıyım ateşime de, tam da şu an. Of sema ya, zaten razı olmayıp napıcan güzelim ya? Havalı havalı laflar, işler. Başka çaresi varmış gibi sanki. Secde et sen, secde.

O buzlarım olmasaydı şefkat ateşine de bu kadar çekilmezdim, sanıyorum. Şefkati alayım canım, buzu kalsın! demeyi benim de canım sizin kadar çekiyor bazı anlarda. Uyanık olacak kadar şanslıysam hatırlıyorum: Buzlarıma çok şey borçluyum. Evet, hala. Dileyen, bir şeyi öğretmeye de başladı diye hala öğrenmekte olduğunu ve bu yola girdiğine göre gerisinin de geride olduğunu görmezden gelsin. Olmuş bitmiş gibi yapsın. Bir ara öyle hissetmiştim ben de, her zor duyguyla ne yapmasını biliyordum, yıllardır düzenli ve her gün yaptığım pratiklerim çok işe yarıyordu, üstün insan kategorisine girmeye başlamıştım, oluyordu! Şükür sonra yine çakıldım yere de, haa insan olmak böyle bir şeydi yahu, ne cahilmişim, neler sanmışım öyle, dedim. Yapamıyorum, olmuyor, çok yalnızım, bunlar bi boka yaramıyor Sema! diyerek benden bir cevap bekleyen insanın gözlerine, kendi gözlerime bakar gibi bakmak mümkün oldu tekrar. Bir ara yine bir uçarım, stabil durum uzun süre gidince kibir kaçınılmaz bu yollarda. Şükür artık biliyorum. Yine de keşke çakılmak zorunda kalmasam. Ah, olmaz mı? Canım acısın istemiyorum, herkes gibi, sıradan hepimiz gibi. Ve acıyor. Ve acıyacak. Yine, ve sonra tekrar yine. 

İşte böyle bir sonbaharda orman gününde geldi, o tamam, şimdi! hissi.

Şefkat’ le Bir Haftasonu’ nda, bir aralık soğuğunda birilerinin gözlerindeki yansımalarını seyretmesi kaldı şimdi. Acıyla şefkati, o salonda, aynı anda koklaması kaldı.

11 thoughts on “Ateş ve Buz

  1. 1,5 sene önce öyle bir ateş düştü ki göğsüme en son bu kadarını 8 sene önce babam vefat ettiğinde yaşamıştım. İlk önce hemen çok mantıklı bir şekilde olayları çözmeye çalıştım. Ama zaten mantıklı olan hiç bir şey yoktu ki çözeyim. Sonra bir durma hali geldi hiç yaşamadığım, yardım istedim, yardım aldım. Bol bol ağladım, çok çok sustum, hiç bir şey yapmadan durmaya çalıştım. Kafamda sürekli konuşanları dinlemeye çalıştım. Önceleri kendimi yerden yere vurdum. Sonra bi zaman hepsine sakin olun hep birlikte hepimizi iyileştirelim dedim. Bazen tüm sesler bu iyileştirmelere yardımcı oldu bazen bir kısmı.
    Şimdilerde içimdeki tüm sesler bazen yine partilemeye çalışıyor bir alevleniyorlar. Seviyorum kızlar sizi bi duralım bakalım yolculuğumuz nereye varacak diyorum.
    Her şerde bir hayır vardır bunu birlikte öğrendik di mi diyorum / demeye çalışıyorum.
    Daha büyük bi ateş de düşmesin diye de bir yandan diliyorum. Çünkü bilmiyorum ki yine iyileştirebilir miyim?

    Like

    1. sağolun yazdığınız için. insan olmanın zorlu, ihtişamlı, renkli yolları! 🌿🍂

      Like

  2. Yüreğine sağlık👏👏👏🙏

    Like

  3. “Oyazıyı okuması gerekenlerden miyim acaba?” diye düşündüm başta ama çağırıyorsa beni herhalde ben de onlardan biriyim dedim. Sonra sizinle o kalorifer dibine, yin yoga dersine, cihangir yoganin yokuşuna, ormana, anneliğe ve daha pek çok yere girdim. İcimde son dönemde döndürdüğüm pek çok tınıya dokundu kaleminiz. Yüreğinize sağlık..

    Like

    1. çok teşekkür ederim, sağolun yazdığınız için. ve okuduğunuz için. 🙏🏻💙

      Like

  4. Marifet ya benim gibi olmak. Seçmeden, öyle geliştiği için öyle yaptığımız her şeye derinden bakmalı!
    zorla baktırıyor zaten sanki hayat.. bildim dediğin, ben buyum dediğin, benim dediğin herşeyle test ediliyorsun, ve ne biçim çakılıyorsun. ah ne zor her seferinde, yeniden yeni bi ben yaratmak zorunda kalmak kendinden…
    o haftasonuna özlem duydum şimdiden!

    Like

    1. bu yorumu atlamış mıyım, bloğa çok sık bakamıyorum kusuruma bakmayın lütfen. ne güzel yazmışsınız, sağolun yazıp haber verdiğiniz için. hoş sedalar bunlar..🙏🏻

      Like

  5. Dün, uzun zamandır içimi oyan ama bir türlü bırakamadığım bir acının kökünün ne kadar derinlerde olduğunu fark ettiğim bir an oldu. Aklımla çözümlemeye uğraştığım, kendimi hırpaladığım tüm zamanların üstüne minicik bir an oldu, çırılçıplak gördüm kendimi, irkildim biraz. Ve ilk defa kendimi hırpalamak yerine kalbimi sarmaya niyet ettim. Çünkü sarmazsam hiç çözülmeyecek buzları. Kalbimi, kendimi buza çevirmişim kırılmasın diye, kim bilir hangi (ilk) acıya tepki… Kalbinin kırıldığını bile hissedemeyecek kadar buz olur mu insan? Oluyormuş. Bunu bilmeden, fark edemeden senelerce yaşar mı insan? Yaşıyormuş. Ve zaten her şey tam da bu yüzdenmiş. Aklımla bildiğimi sandığım her şeyi aslında hiç bilmediğimi anladım o an. Erdem saydığım, marifet sandığım her şeyin aslında ne olduğunu hissedebildim. İlk defa. Ve işte o an bildim. Sonra oturup yazdım, buzlar hakkında, tam olarak defalarca “buz” kelimesini kullanarak. Niyetimi ve o anı hiç unutmayayım diye.

    Bugün bu yazınıza denk geldim. Daha önce hiçbir yazınızı okumamıştım. Sizi tanımıyorum demeye dilim varmıyor şimdi, her bir ama her bir satırınızı içimde hissettim. Beni bana anlatıyordunuz sanki. Kalbinizi, sizi kendi kalbimden kendimden tanıdım. Size sarılmak, bu eşzamanlılığa teşekkür etmek, bana dokunduğunuzu, -meli -malı’lardan uzak, niyetimin ne olduğunu görmeme vesile olduğunuzu söylemek istedim. Saçmalama dedim içimden. “Sarılmak mı, niyetini paylaşmak mı, duygularını açmak mı? Hiç hem de hiç tanımadığın birine mi?” Evet dedim ilk defa bu tür sorularıma. Ne kadar zor olduğunu bilirsiniz, çünkü marifet ya böyle olmak.

    Yazınız, yalnızlığımın içinde sırtıma dokunan sıcak bir el oldu. Teşekkür ederim. Sizi kalbimin çok deriniden bir yerden selamlıyorum.

    Like

    1. çok sağolun bu güzel yazınız için. sevindim o sıcak el olmasına yazının, vesileyle. ben de sizin kalpten selamladım. dilerim yolunuz kalbiniz doğrultusunda açılsın. 🙏🏻

      Like

Leave a comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.