Aşağıdaki makale Dr. Gabor Mate M.D. tarafından Pscyhotherapy Networker dergisi Eylül/Ekim 2021 sayısında yayınlanmış ve School of Compassion Türkiye’ nin şefkat öğrencilerinden Zeynep Kireçci tarafından dilimize kazandırılmıştır.
Ne Zaman Yeterli Oluruz?
Şu sıralar olduğu gibi, sorunlar düzeltilemez olduğunda, biz terapistler, çözülemeyeni çözmeye çalışmak gibi kötü bir durumla yüzleşiriz. Şifacılar olarak sıkıntımızın tam merkezinde bu zor durum bulunur. Bizi strese sokan, düzeltilemeyecek olanı düzeltme ve başarılamayacak olanı başarma çabasının yarattığı ağırlıktır.
Ne var ki, bitap düşme olasılığınıza ragmen, şefkat yorgunluğu diye bir şey yoktur Hiç kimse şefkatli olmaktan yorulmaz. Şefkat, doğamızda vardır ve bizler kendimiz olmaktan yorulmayız. Aslına bakarsanız, burada kendimiz olMAMAKtan yorulduğumuzu söyleyeceğim. Sorun, danışanlarımıza verdiğimiz şefkatte değil, kendimize veremediğimiz şefkattedir.
Başarılamayacak olanı başarmanız gerektiğini kim söylüyor? Tanımı gereği, başarılamayacak olan başarılamaz; yine tanımı gereği, düzeltilemeyecek olan düzeltilemez. Fakat, başarılamayacak olanı başaramadığınızda ne hissedersiniz? Düzeltilemeyecek olanı düzeltemediğinizde, kendinizle ilgili ne çıkarım yaparsınız? Buraya bakmaya değer.
Bir kaç yıl önce, sağlık çalışanlarına inziva yaptırmak için Peru’ya uçtum. Dünyanın her yerinden psikiyatrlar, terapistler, danışmanlar, ve doktorlar, kadim gelenekleri takip eden Perulu şamanların psikedelik ayinlerine katılmak için gelmişlerdi.
Yıllar yılı insanları bu inzivalarda yönlendirdim; fiziksel ve zihinsel sağlıklarında da büyük dönüşümler gördüm. Benim rolüm, bu deneyimlerinde n iyetlerini belirlemelerine ve sonrasında da ayin boyunca ne olduğunu anlamlandırmalarına ve içselleştirmelerine yardımcı olmak oldu. Bu işte uzmanlaşmıştım; ancak birlikte çalıştığım insanlar kadar, aynı derinlikte ve öngörüde şamanik deneyimlerim olmamıştı. Bu sebeple de, bu inzivaya, benim için çok da bir şey olmayacağını düşünerek geldim.
Ayinin ilk gecesinde, 23 katılımcıyla birlikte çadırdaydım. Altı şaman, ilahi söyleyerek içeri girdi. Dışarıda hayvanlar uluyor, cırcır böcekleri şarkılarını söylüyor ve kuşlar ötüyordu. Ve tabii ki, bende olan biten hiç bir şey yoktu.
Ertesi sabah, şamanlar yanıma geldi ve şöyle dediler: “Ayine seni alamayız. Öyle karanlık, yoğun bir enerjin var ki, ilahilerimizin içine giremesine izin vermiyor. Sadece bu da değil: diğer herkes üzerindeki etkiye de gölge düşürüyor.” Beni kendi inzivamdan kovdular! Diğerlerinden tamamiyle ayrı tutuldum; beş şaman grupla çalışırken altıncı şamana beş ayin boyunca benimle ayrıca çalışma görevi verildi.
Şamanlar benim geçmişimle ilgili bir şey bilmiyordu. Yahudi bir bebek olarak Macaristan’da doğduğumu ve hayatımın ilk yılını Nazi işgali altında geçirdiğimi- hiç bir şeyi. Ailemin, soykırımı yaşadığını bilmiyorlardı. Yalnızca benden aldıkları enerji ile bağ kuruyorlardı. Bana dediler ki “Küçükken büyük bir korku yaşamışsın ve henüz bunu atlatamamışsın.” “Travmatize olmuş bir çok insanla çalışıyorsun, onların enerjilerini de içine çekmişsin ve bunu temizlememişsin”, diye de eklediler.
İnziva bittiğinde, dünyanın her yerinden sağlık çalışanlarının geleceğini duyduklarında işlerinin kolay olacağını düşündüklerini bana gülerek anlattılar. Zira beklentileri, bu kişilerin kendilerine nasıl bakacaklarını bildikleri yönündeydi. Ancak onlarla çalışmaya gelen tüm gruplar arasında, bu grup en zorlu olanıydı. Hiç biri daha önce kendi streslerini dağıtmak için çalışmamıştı.
Terapötik programlarınızda, danışanlarınızın streslerini ve travmalarını gün be gün içinize çekerken, kendi enerjinizi temizlemek üzerine ne kadar eğitim aldınız? Kendimize şefkat tam da bu noktada devreye girmelidir. Çünkü sorun, başkalarına karşı şefkatli olmayışımız değil, kendimize şefkatli olmayışımızdır. Kendimize, düzeltilemeyecek olanı düzeltebileceğimizi söyler dururuz.
Destekçi Sendromu
Şamanların çabucak anladığı gibi, gerçekten de bir çocuk olarak büyük bir korku yaşadım. Bunu hiç boşaltıp temizlemediğim de doğru. Bu da şu demek oluyor; bu deneyimi yaptığım her şeye taşıyacağım.
Yaşamım, tehdit altında başladı. Hayatımı kurtarma çabasıyla, annem, ben bir yaşındayken beni bir yabancıya verdi. Beş altı hafta onu görmedim. Aldığım mesaj, istenmediğimdi. Aslında olan bu değildi. Annemin beni bir yabancıya verişi, yapabileceği en cesur ve sevgi dolu hareketti. Ama bir çocuk bunu böyle algılamaz.
İstenmezseniz ne yaparsınız biliyor musunuz? Tıp okursunuz. Varlığınıza bir gerekçe yaratırsınız. Hepimizin problemi budur: varlığımızı haklı çıkarmak. Nasıl ortaya çıktığımızın, nasıl göründüğümüzün asla yeterli olmadığına inanmamızdır problem.
Arkadaşım Peter Levine, hepimizin kendimize sorduğundan emin olduğum bir soruyu geçenlerde ortaya koydu: Yeterince yaptım mı? Bir çoğumuz muhtemelen şu sonuca vardık: Evet, yaptım. Sonra Peter başka bir soru attı ortaya: Yeterli miyim? Derin bir soru.Yeterli olduğunuzu düşünmüyorsanız veya birileri, hayatınızın ilk yıllarında, size, yetersiz olduğunuzu öğrettiyse, bunu telafi etmenin yollarından biri de insanlara yardımcı olmaktır.
Ve biz destekçiler, imkansız görevler üstleniriz. Düzeltilemeyecek olanı düzeltmek, başarılamayacak olanı başarmak gibi. Destekçi sendromumuz vardır. Bu sendrom, illa korkunç olaylardan da kaynaklanmak zorunda değildir. Sosyal beklentilerle üstü kapalı verilen mesajlardan dahi geliyor olabilir. Aslında, tüm sosyoekonomik sistemimiz, yeterli olmadığımız ve yeterli olmak için daha da fazla sıfatlar, özellikler, başarılar biriktirmemiz gerektiği inancına dayanır.
Hocalarımdan biri olan Bessel van der Kolk ile öğle yemeği yiyordum ve dedi ki “Gabor, Auschwitz’I yanında sürükleyip durmana gerek yok.” Diğer bir deyişle, tarihte korkunç bir zamanda yaşadığım erken çocukluk deneyimlerimin, kendime bakışımı tanımlamasına izin vermek zorunda değilim. Anlamam biraz vaktimi aldı. Entelektüel olarak anlamıştım ancak yüreğime işlemesi epey zamanımı aldı. Kendime ve dünyaya dair erken deneyimlerimle koşullanan inançlarımı uzunca bir süre yanımda taşıdım- yeterli olmadığıma dair olan inancım da buna dahil. Ama hayatımın kalanında bu inançları yanımda sürüklemek zorunda değilim.
Siz yanınızda ne sürüklüyorsunuz? İşte o yük, şefkat yorgunluğunu yaratan şey. Kendimize şunu sormalıyız: Bir yardımcı/ destekçi değilsem, ben neyim?
Bu soruya hemen bir yanıt bulamayabilirsiniz. Ama sormanızı isterim çünkü ne ölçüde kendimizi rollerimizle tanımladığımızı bilmek durumundayız. Eğer yardımcı/destekçi rollerimiz bizden alınsa, yahut bir kriz anında bu rollerimize meydan okunsa, o zaman kimiz biz? Etrafta sürüyüp durduğumuz işte budur.
Yarı geçirgen Zar
Hepimiz, farklı seviyelerde, travmatize olmuş bir kitleyle çalışıyoruz. Bir yerde de danışanlarımızın travmatize edilmiş veya bağımlılık haline gelmiş enerjileri ile doluyoruz. Bu enerjileri tamamen içimize çekmekten kendimizi nasıl koruruz?
Bir uç noktada da, başkalarının acılarını dışarıda bırakmak için, etrafına duvar örülü sert bir hücre gibi olanlar vardır. Bu, özellikle de tıp alanında pek yaygındır. Aslında bu olana bitene, savunmacı bir karşılıktır. İşin uzmanıyla diğer kişi arasındaki bariyer, uzmanın, danışanın acısını gerçekten görüp hissetmediği anlamına gelir. Bu da size, problemin ne olduğunu ve nasıl çözüleceğini bilen bir uzmana dönüştürür. Bu tür bir yaklaşım genellikle travmaya verilen bir yanıttır ancak bir çok insanı incitebilir.
İnsan hücrelerinin de koruyucu bir çevresi vardır ama katı değildir. Yarı geçirgen bir zardır. Bazı şeyleri içeride bazı şeyleriyse dışarıda tutar. Duygusal bir algıda, bu yarı geçirgen zarı geliştirmeliyiz. Bizi boğmasına izin vermeden, danışanlarımızın acısını hissetmeliyiz. Şefkatimiz onlara akabilir, böylece şifalanma/iyileşme olabilir, ama aynı zamanda, şefkat kendimize doğru da akmalıdır. İşimiz, düzeltilemeyecek olanı düzeltmek değil, ancak danışanlarımızın, hayatlarının düzeltilemeycek yanlarıyla yaşayabilmelerine ve mümkünse bunlarla büyümelerine yardımcı olmaktır.
Şefkatin Beş Seviyesi
Kendi iyiliğim adına, danışanlarımızın büyümelerini destekleyecek şefkatin beş seviyesini belirledim. Bu bir şema değil; sadece benim şefkati nasıl gördüğüm.
Sıradan İnsan Şefkati Sıradan olması ayıp değil. Sen ızdırap çektikçe, ızdırabın benim de canımı yakıyor, demek.
Merak ve Anlayışın Şefkati Acı çeken birine üzülmek yetmez; hikayelerini de anlamaya çalışmamız gerekir. COVID durumunda, bu varoluşsal tehdidin ve sosyal yıkımın, insanlarda neyi tetiklediğini görme imkanımız var. Bu materyalle çalışabiliriz, özellikle de onlar için ne ifade ettiği ile ilgili. Bunu da merak ve anlayışla yaparız.
Tanımanın Şefkati. Birlikte çalıştığım insanlardan farklı olmadığımın algısı bu. Dünyadaki madde kullanımın merkezlerinden biri olan Vancouver’ın Doğu Yakasındaki şehir merkezinde bir yerleşim yerinde çalışırken öğrendiğim bir şey. Oldukça travmatize olmuş, genellikle çocukken istismara uğramış ve sokaklarda yaşayan insanlarla 12 sene çalıştım.
Çoğuna nazaran daha işlevsel bir ailede büyüdüğüm için, onlardan bu bakıma farklıydım. Orta sınıftım. İyi geliri olan bir işim vardı, vesaire vesaire. Farklılıkları yok saymıyorum ama taşıdığım acı, dıştan gelen davranış ve aktivitelerle acımı yatıştırmaya olan eğilimim, ve yalan söylemeye ve aldatmaya olan eğilimim bakımından, danışanlarımla epeyce ortak noktam da vardı.
Tanımanın şefkati ile, benzerliklerimizi görme kararı, sadece iki insanız anlamına geliyor- ikisi de sıkıntı yaşayan ve biri diğerinden daha iyi olmayan iki insan anlamına geliyor. Yapabildiğim kadar, size, hayatta ve profesyonel eğitim sürecimde öğrendiklerimle yardım edeceğim.
Gerçeğin şefkati. Bozukluk veya zihinsel sağlık problemleri dediğimiz şeylerin bir çoğunun nedeni, insanların travmalarından gelen acıyı hissetmemek adına verdikleri ödünlerden ve uyum sağlamalarından kaynaklanır. İnsanların gösterdikleri dinamikler, aslında kendilerinin değil, doğanın, onları korumak adına tasarladığı, adaptasyonlardır. Buralara bakmaya başladığınızda, insanların içinde epeyce acı uyanabilir. Halihazırda içlerinde var olan acıdan insanları korumak şefkatli değildir. İşte ben buna gerçeğin şefkati diyorum.
Olasılığın Şefkati Şefkatin son şekli, benim için en zor olanıydı.Birilerini acılarıyla ve geçmişiyle tanımlamadığınızda ortaya çıkan şekli: önünüzde, insan olmanın esas gerçekliğini, özünü görürsünüz- bunu yapmak için de çok net gözlere ihtiyacınız vardır. Anlattığım gibi, Bessel van der Kolk’ un bende gördüğü bir şeyleri yanımda sürükleyip duruyordum. Gitmesine izin veremediğim bir şeyler, ama bir yandan göremiyordum da. Bessel, eğer o yükten kurtulursam, önüme çıkacak olasılıkları görebilmişti. İşte olasılığın şefkati budur.
Kendimizi temize çekmemiz epey çalışmamızı gerektiriyor. Zira, iyileşme kapasitemin olmadığına inandığım müddetçe, bunu başkalarına yansıtma ihtimalinin sıkıntısını yaşayacağım. Çıkıp bu ihtimale inandığımı söyleyebilirim fakat bunu deneyimlemem ve kendi içimde bununla ilerlemem gerekir. Bu da süregelen bir iştir.
Şefkat sunarak yardım etmenin işe yaramadığı bir durum yoktur. İşe yaramayan şey, imkansızı hedeflemektir. En önemli psikoterapistlerden olan Alice Miller şöyle sorar “Ağır travmalar yaşamış insanlardan bazıları hayat dolu yaşamlar sürdürebilirken, diğerleri neden yenik düşer?” Miller, başarabilen insanların, empatik şahitlerin varlığında bunu yapabildiklerini öğretir. Klinisyenler olarak durumu değiştiremeyiz ama o empatik şahit biz olabiliriz.
Düzeltilemeyecek olanı düzeltemeyiz ancak o kişinin deneyimini doğrulayan şahit olabiliriz ve böylece hepimizin içimizde tuttuğu iyileşme kapasitesini destekleyebiliriz. Bu, doğamızın bir parçasıdır.