Siz kendiniz olduğunuzda, Zen de Zen olur. Kendiniz olduğunuzda, nesneleri oldukları gibi görür ve çevrenizle bir olursunuz.
-Shunryu Suzuki, Zen Zihni Başlangıç Zihnidir
Buda’ ya göre ‘şey’leri oldukları gibi göremeyiz. En azından uyanmadan önce.
“Olanı olduğu gibi görmek” ise çaba göstererek öğrenebileceğimiz bir şeydir.
Bunu duyan çoğu insanda “e ben zaten olanı olduğu gibi görüyorum, gerçeği saptırmıyorum ki” gibi bir fikir oluşuyor.
Halbuki hepimiz biyolojik olarak olanı olduğu gibi görememeye programlıyız. Yani bu bir eksiklik değil; normal bir insan olarak, memeli bedeninde dünyaya gelmemizin doğal bir sonucu.
Son 15 yılda nörobilimle ilgili popüler kitaplar yaygınlaştı. Az buçuk herkeste,
“hımm gözümüzle değil beynimizle görüyormuşuz.”
“eksik olan bir daireyi beynimiz tamamlayıp tammış gibi gösteriyormuş.”
gibi temel 101 bilgiler oluştu.
Ama yine de “olanı olduğu gibi görmüyoruz.” un kabulünde zorlanıyoruz.
Olanı olduğu gibi görmenin ilk adımı, muhtemelen olanı olduğu gibi görmediğimi kendime itiraf edebilmem. Yani bunu farketmem. Farkındalık bu yüzden olasılıkların doğum yeri desek yeridir.
Geçtiğimiz yıl, Budizm Neden Doğrudur? (Why Buddhism is True?) kitabının yazarı Robert Wright’ ın konuk öğretim üyesi olarak Princeton Üniversitesi’ nde verdiği Budizm ve Evrimsel Psikoloji derslerine katıldım.
Bu derslerin birinde, 2012 yılında gerçekleştirilmiş bir çalışma paylaştı Wright*. Çalışma dizaynı şu:
İnsanlara (her 2 nesneye de benzetilebilecek) resimler gösterip bu nedir diye soruyorlar.
Sincap mı Timsah mı?
Halat mı Yılan mı?
Balta mı Tencere mi?
Ve bunu 3 ayrı ortamda yapıyorlar.
- Müziksiz, sessiz bir ortam
- Mutluluk dolu bir müzikli ortam
- Korku filmlerindeki gibi bir müzikli ortam
Sonuçlar tabi ki tahmin edeceğiniz gibi. Korku uyandıracak müziği dinleyen insanlar %70 oranında halat yerine yılan görüyor. (3 ayrı resimde de sonuç birbirine çok yakın.)
O %70 gördüğüne emin.
Çünkü o “Gerçek.”
Çünkü “Gözüme mi inanıcam sana mı?”
Çünkü “Algı falan değil baya gördüm ya yılandı o.”
Çalışmanın özetinde araştırmacılar şöyle yazmışlar: Korku, gördüğümüz şeyin bizim için anlamını değiştirir.
Peki bu kötü mü?
Belki konuya iyi ya da kötü gibi bir polariteden yaklaşmamak çok daha anlamlı olur.
İyiden ziyade doğal ve normal. Çünkü evrimsel psikolojiye göre binlerce yıl önceden bugüne seçilmiş genler geldi.
Buna göre atalarımız uzaktan gördüğü ayıyı ağaç sananlar değil. (çünkü onlar öldü).
Bizim büyük dede ve ninelerimiz ağacı ayı sananlar. (çünkü onlar korktular ve yaşadılar ve çocuk büyüttüler.)
Bu yaklaşıma göre, aslında her nesilde içimizdeki korku tohumu beslendi diyebiliriz.
Bu biyolojik bir beslenme.
Biyolojik beslenme ancak biyolojik beslenmeme ile çözülebilir.
Şimdi bugünün dünyasında, düşünce gücüyle, kişisel gelişim ile,
“Korkma, korku titreşimi tukakadır, korkacak bir şey yok, sevgi enerjisi” vs gibi son derece iyi niyetli ama kifayetsiz kelime ve cümlelerle değişebilecek bir şeyden bahsetmiyoruz.
Peki o zaman neyle, nasıl bu korkunun esiri ve kuklası olmayız?
Son yıllarda hızla artan bilimsel çalışmaların gösterdiği gibi “aşağıdan yukarı düzenleme” denilen, yani bedenden beyine akan düzenlemelerle. Deniliyor ki bu oto-düzenlemenin (regülasyonun) olmazsa olmazı.
Porges’ in Polyvagal Teorisi bunu vagus siniri üzerinden açıklıyor.
Vagus sinirini hatırlayan var mı? Biyoloji derslerinde beyni pek çok iç organımızla bağladığını öğretmişlerdi. İşte bu vagus sinirimizin liflerinin %80’i afferenttir. Yani dokularımızdan beyne bilgiyi taşır. Meali de şu oluyor: Bedenden beyine mesaj taşıyor. (çok kabaca. bu tarz bilim iletişimlerinde konuyu herkes için anlaşılabilir kılma çabası çoğu zaman over-simplification’a sebep olur, bu payı bırakalım, not düşmezsem olmazdı)
Bedenimden beynime göndereceğim o “korkma-güvendesin” mesajımı bedenimde nasıl yaratabilirim? Meditasyon ve yoga yaparak. Şarkı söyleyerek. Tiyatro yaparak.
Yani şarkı söyleyerek, nefes alma biçimimizi değiştirerek, meditasyon ve yoga yaparak sinir sistemimizi ve uyarılma derecemizi etkileyebileceğimizi söylemiş oluyorum.
Ben de ayaklarımla düşünürüm. İster istemez yollarda iz bırakıyorum. İnsanın ayaklarıyla dövdüğü ve başına doğru çıkan düşünceler insanı rahatlatır, canlandırır. Başından ayaklarına doğru inenler ise hantallaştırır, cesaretini kırar.
-Amin Maalouf
Bugün bizi yemek için ofisin kapısında ayılar beklemiyor. Ama toplantı odasında bir iş arkadaşımız sinir sistemizde o korkuyu tetikleyebiliyor, bilinçli ya da bilinçsiz olarak. Deprem, ekonomik kriz, aniden işsiz kalmak gibi ani stres nedenleri olabildiği gibi bugün asıl derdimiz herşeyin son derece standart olduğu bir günde evinden çıkıp geri gelene kadar şehirli bir insanın maruz kaldığı ve alttan altta ama sürekli belli bir seviyede uyarana maruz bırakan hayat koşulları.
Geçtiğimiz yıl sonu Türkiye’ ye gelen “Vücudunuz Hayır Diyorsa” kitabının yazarı kanadalı Dr. Gabor Mate’ ye göre bunlar bizi hasta ediyor. Migren, Fibromiyalji, oto-immun hastalıklar, meme kanseri, romatoid artrit, psoriasis (sedef hastalığı), türkiye’ de çok yaygın olan behçet hastalığı gibi hastalıkların psikosomatik kökenlerine dair çok fazla kanıt var.
Bu kolektif korkak halimizden Kızılderili bilgenin dediği gibi içimizdeki korku kurdunu değil, sevgi ve anlayış kurdunu besleyerek çıkabiliriz.
Duymuşsunuzdur muhakkak, “İçimizde iki kurt var, biri sevgi diğeri korku kurdudur ve bunlar durmaksızın savaşırlar” diye anlatan kızılderili dedeye soruyor torunları:
“Peki hangisi kazanacak?”
Bilge dede, “Beslediğin” diye cevaplıyor.
İnandığım, hatta gözlemlediğim demem daha uygun olacak, şey şu:
Korku kurdunu beslemezsek evet o kazanmayacak. Sadece bu, bu tarz cümleleri, kitapları sürekli okumakla olmayacak. Bu yazıyı okumakla da 🙂 Bu cümleleri kendimize ekstra baskı yaratacak şekilde (korkmamalıyım, rahat olmalıyım, stres yapmamalıyım) tekrarlamakla olmayacak. Hatta bu -meli, malı ‘sı bol hal sistemizde baskı yaratarak, üzerimizde kurtulmaya çalıştığımız korkuyu arttırıcı etki yapacak.
Bugün, şimdi ve burada bir beden çalışmasına farkındalıkla ve nefesle başlamak ise çabamızı akıtabileceğimiz en iyi kanallardan biri olabilir. Günümüzde artık pek çok kanıtla beslenen bir iddia bu. İddiadan da öte, ben duyduğum herseyini kendi kişisel deneyimimle doğrulama taraftarıyım. Bende çalışıyorsa ne ala, çalışmıyorsa esasında Harward’ dan bin tane makale çıksa kaç yazar?
Bedenimle, nefes farkındalığıyla yapacağım, sürdürülebilir bir pratik bulayım.
Ki beynime korku yerine güvendeyim mesajları gidebilsin.
Ki tetikte olma hali yerini gevşemeye bırakabilsin.
Gevşediğimde gözümün önündeki olan’la aramdaki korku perdeleri kalkıyor.
İyiyle kötünün ötesindeki o yere erişme ihtimalim doğuyor.
İyiyle kötünün ötesinde bir yer var, seninle orada buluşalım.
-Mevlana
Olanı olduğu gibi görmek için rahatlamış, gevşemiş ve tetikte olmayan bir biyolojik enstrüman gerekiyor. Korkunun esiriyken “düşünce gücüyle” olanı olduğu gibi göremem. O yüzden tüm kadim öğretilerde bir şekilde vücut çalışması içerilmiştir. (Çok eski zamanlarda zaten savaşçı kasttan gelen, vücutları sağlıklı ve işler yogiler için yoganın asanasız başladığı söyleniyor, bu durumu dışarıda bırakarak söyleyelim.)
Ve o yüzden bana göre de artık, bir mindfulness eğitimi (tanışma toplantısı değilse) bir sınıfta oturarak verilemez. Ve mindful movement (yoga), 8 haftalık bir mindfulness kursunda sadece bir hafta işlenecek bir konu olmamalı. Ve o yüzden meditasyon ve mindfulness eğitimlerime yin yoga’yı eklediğim için şükran hissediyorum.
Neden korkunun psikolojisi üzerine yazmak içimden geldi diye düşündüm şimdi. Geçen hafta korkunun kokusunu aldığım, ama ortamda görünen hiç ayının olmadığı bir yerde bulunmuştum. Ondan beri korku konusu çok kafama takılmıştı. İyi ki de takılmış. 🙂
Dilerim, timsahı timsah, sincapı da sincap olarak görelim.
Olanı olduğu gibi görenlerden olalım.
*Prinz, J., & Seidel, A. (2012). Alligator or Squirrel: Musically Induced Fear Reveals Threat in Ambiguous Figures. Perception, 41(12), 1535–1539.
Sevgili Sema,
Emeğine, kalemine sağlık olsun. Pratiğe teşvik edici, bilgilerle tatmin edici şahane bir yazı🙏🏽
LikeLike