Yogada bedeni poza girmek için kullanmayız. Bedene girmek için pozu kullanırız.
-Bernie Clark
Bir süredir Yin Yoga eğitmenlik maceram ile ilgili yazmak istiyordum, çok istiyordum. Her nedense konu başlıkları içimden taşıp durmasına ve hatta bunlardan bir liste yapmış olmama rağmen bir türlü başlayamıyordum.
Ama son derste dilimi çözen bir şey oldu.
Kısacık bir an.
Suyun yüzeyine hafifliğiyle çıkıveren bir nesne gibi, bu konu içimde derin karşılık bulduğu yerden yüzeye doğru genişledi.
Derste kendi pratiğimizi yaparken gözlerim çoğunlukla kapalı oluyor. Sadece poz arasında aralıyorum. Önümde bende yankısı şefkat olan bir arkadaşım pratiğini yapıyor.
Ve Hoca diyor ki, “Şimdi istediğiniz bir kalça açıcıyla devam edin.”
Bedenimi dinlemeye vakit bile pek ayırmadan sevdiğim kuğu pozuna girerken, önümdeki arkadaşımın da kuğuyu seçtiğini görüyorum. Gözlerimi kapatıp kendi alemime dönüyorum. Kuğunun tadını çıkarıyorum.
Kuğu deyince gözünde bir resim canlanmayanlar için ufacık bahsetmem sanırım iyi olacak.
Kuğu estetik olarak şöyle görünür:
Ve anlayışı henüz genişlememiş bir hoca pozu bu resimdeki gibi gösterip tarifleyebilir, ve ekleyebilir: “Hadi siz de yapın, aynı benim yaptığım gibi.”
Daha farkında bir yoga diyarında ise cümle şuna dönebilir belki:
“Tarif etmek için kullandığım bu ideal resme takılmayın, sizin bedeninizde böyle görünmek zorunda değil. Bu pozun hedef bölgesi kalçalar. Sizin bedeninizde istediğimiz etkiyi yaratmak için nasıl modifikasyon ya da destekler gerekebilir, gelin birlikte keşfedelim.”
Kalçalar demişken, ah o kalçalar! Bir süre yoga yapan herkes bilir ki, kalça açıcılar yapılırken bazı günler bazı insanlar ağlar. O gözyaşı akar, kalçalar açılır, bedenin depoladığı stres, gerginlik, belki içine attığı o minik şeyler, bir düğüm çözülür gibi çözülür. Benim gibi bu işlerin hep açıklamasına, bilimsel olarak “nasıl olduğu”na meraklı biri için bile bu bilgi bilimle ispat edilmeye gerek duymaz. Yeterince amprik gözlem ile doğrulanmıştır.:)
O ana dönüyorum. Kuğu bir bacak için bitiyor. Kısa bir dinlenme esnasında gözümü aralıyorum.
Ve yarı aralık gözlerim önümdeki arkadaşımı görüyor. Bir önceki bacağıyla poza “tam da olması gerektiği gibi”, tam da bu “ideal” resimdeki gibi giren, uzun, zayıf, zarif bedenli güzel arkadaşım, diğer tarafı yapmak için harekete geçiyor. Ama havada kalıyor bacağı, belli ki hiç rahat değil.
“Yolunda olmayan bir şey var.”
Bir-iki deniyor, ve o bacaklar niyeyse havada kalıyor. Daha önce birlikte partner olarak çalışma fırsatı da bulduğum bu arkadaşımın bedeninin ortalamanın üzerinde ne kadar esnek olduğuna bizzat şahit olmuşum. Hatta kendisine uygulama yaparken, bazı pozlarda istenen etkiyi bulamadığı için daha da zor, daha da akrobatik yerlere gitmişiz birlikte ve buna gülmüşüz.
Ama bugün inmiyor o bacak. Neden, hiç bilmiyorum. Kendisi biliyor mu, onu da bilmiyorum. (Tüm o “daha önce burdan ne kolay geçmiştim, neden şimdi yapamıyorum kahretsin” lerimize gelsin, batsın bu dünya:)
Ve arkadaşım birkaç saniye içinde bedenini rahat ettirecek şekilde matına yatıyor. Ben gözümü kapatıp yine kendi alemime dönerken gördüğüm son şey, onun matına yatmaya hazırlanışı oluyor.
Sırtı tam yere gelmeden karanlığıma, ve doğrusu aydınlığıma dönüyorum.
Yüz kaslarımı farkediyorum. Çünkü gülümsüyorum. Gördüğüm şeyin bedenimde yarattığı hoşnutluk hislerini farkediyorum.
Önce ne oldu diyorum kendime. “Ne bu hoşuna giden Sema, sana ne oluyor?”
Dur. Hızlandım. Ne acelem var ki şu an? Hoşnutluğumun tadını çıkarsam ne olur ki? O kadar özgür hissediyorum ki burada. Hiç bir şeyim yokken. Hiç bir şey olmak zorunda değilken. İçimde neler olup bittiğini sadece ben bilirken ve kimseyi de ilgilendirmediği çok açıkken. Hayatının çoğunu hayatla ilgili derdiyle ve kendiyle geçiren biri olarak, kurgu bile olsa herkesin kendisiyle meşgul olduğu bir ortamda ne kadar rahat ettiğimi ve günlük yaşamda eğer dengelemezsem beni neyin bunalttığını farkediyorum, bir kez daha.
Kendi hali o an neyse öyle davranan, konuşan, susan ve bu hakikilikle herkesin hali ne ise onu yaşamasının yolunu açan bir hocanın varlığıyla tuttuğu bu güvenli alanda. Hem herkesle bir arada, hem de sadece kendimle olabildiğim bu alanda.
Bizim küçük mikrokozmosumuzda.
Nefes veriyorum. Verdiğimi farkediyorum.
Ve nefes alırken nefes aldığımın farkındayım.
Ve nefesimi farketmemle birlikte kafadan çıkıp bedenime yerleşiyorum. Dikkatim kendi kalçama ve o bölgedeki acılı hislere gidiyor. Kalçamın acıdığını hissediyorum. Bu 10 üzerinden 3-4’lük bir ağrı. Ama zaman geçmiş, ve ağrı artık belki 5’e çıkmış.
İşte dramanın tam ortasındaki durgun noktayı bulma vakti! Lao Tzu’ nun “hareketin içindeki hareketsizliği”ni. Hareket etme dürtüsü içimde güçleniyor. Pozdan istediğim an da çıkabilirim aslında, ama bir pratik yapıyorum, ve kalmayı seçiyorum. Seçtiğimin farkındayım. Bir niyetim var, bundan daha önce aldığım fayda var, hepsi birleşiyor, ve eforuma kaynak oluyor. Bir çaba sarfediyorum önce o acıyla kalmak için.
Hocam Berivan’ a göre “Kişi yogasını nasıl yapıyorsa, hayatı da öyle yaşıyordur. Ve günlük yaşama göre yoga matı üzerinde kendinizi “görmek” daha kolaydır.”
Kendimi, kalbimi çarptıran, bana iyi geleceğini bildiğim tüm o şeylerin peşinden giderken bile isteye sarfettiğim eforu, bu anda da görüyorum. Çabamı seviyorum.
Kendimi görüyorum.
O an, gördüğüm kendimi, seviyorum.
Ve bu çabayı sarfederken, somut bir rahatsızlık var. Kalçam acıyor, bildiğin acıyor.Aynı hayatımdaki gibi. Bir şeyler için çaba harcıyorum, ve sarfettiğim çaba ve gittiğim yönün maddi dünyada bedelleri var. Bazen karşılık geldiği bir acı var.
Bunları düşünürken düşünce akışıma kapıldığımı farkedip nazikçe nefesime dönüyorum.
Artık düşüncelerim uçtuğu için kendime kızmadığımı farkediyorum, hatta kaç zamandır böyle hatırlamıyorum ve buna gülümsüyorum.
Nefes alıyorum, kendime kızmayan halime gülümsüyorum.
Nefes veriyorum, herşeyi, bu fikre tutunmamı bile bırakıyorum.
Anlatması sahiden zor, sanki içim boşalıyor.
Şimdi dikkatim tekrar rahatsızlığa gidiyor.Olduğu gibi, orada duruyor.
Rahatsızlığa bakarken.. Bir rahatsızlık var, ve bir de onu sarıp sarmalayan, onu içine alan bir boşluk var, bir alan.
O boşluk değil aslında, ama elimizde (en azından Türkçede ve İngilizce’ de) bunu anlatacak başka bir kelime yok.
Kalçamın acısının etrafındaki bu boşluk ne? Farkındalık, aydınlanma, Tanrı, Allah, yüksek bilinç, doğa, Zen, beynin teta dalgası, entegrasyon aşaması? Adı neyse ne, rahatsızlık ben değilim ya, ve etrafını saran o boşluk sahiden var, ve iliklerimize kadar hissedebiliyoruz ya insan bedeninde bunu, oh ya!
Kalçası acıyan benim evet, evde bir kocam ve çocuğum, dışarıda parkedilmiş bir arabam, cüzdanımda kimliklerim, öğlen yiyeceğim yemeğin siparişi var. Kalça da orada sahiden var ve acıyor. Acı da oldukça somut.
Acı burada, parmağınla göster desen gösteririm. Ve o ben değilim. Onu gözlemleyebilen bir yer var, bir hal var, ben oradayım. Şimdi.
Dur bir dakika. Esasında o halin içindeyken ben artık yokum, sadece o hal var.
Ben o halim. O hal de ben. Sanırım.
Close your eyes. Fall in love. Stay there
-Rumi
Bunun ilk kez farkına varmak çok ilginç bir keşif, çoğu insan için.
Echart Tolle şöyle diyor: “Rahatsızlığın etrafındaki boşluk olursunuz ve rahatsızlığın etrafındaki boşluk olabileceğinizin ilk kez farkına varmak çok ilginç bir keşiftir.”
Şu anda ilk kez farkına varmıyorum ben, sayamayacağım kadar çok anlar, günler bu hali deneyimledim. Ve evet, Echart seni bilmem ama benim için hala çok ilginç. Bu oluşturulmuş kurguda, bu daracık salonda, ve bir matın üzerinde bedenimin içinde, kendi evimde, kendimle baş başayım.
Bir pozda kalmak gibi görünen çok küçük böyle bir çalışmada, kuğuda, içimdeki denizin yüzeyine vuranlar çok ilginç. Derinlerde çer çöp olduğunda, denizim kirlendiyse, tüm o pis şeyler sahile vurur gibi vuruyor kıyılarıma. Onlara bakmak zorunda kalıyorum. Taa gözlerinin içine.
Ve onları süpüreceğim bir halı altım yok. Matın altına süpürülmüyor.
Yüzeye çıkan çıkıyor.
Olacak olan, oluyor.
“Olmasına izin ver”, diyorlar mesela. Yıllar geçtikçe farkediyorum ki izin vermek diye bir şey bile yok.
O yüzeye çıkan her ne ise, o zaten orada, “ol”uyor.
Ben ya onu olduğu gibi görüyorum ve canım yansa da gözünün içine bakmaya cesaret ediyorum. Ya da gördüğüm şeyi yok etmek, saklamak, tekrar derine indirmek için muazzam ve nafile bir çaba sarfediyorum.
O canı yanmasın diye ölesiye korkan parçam öyle çok, öyle fazla çabalamak zorunda kalıyor ki, günün birinde, asıl can yakan şeyi unutup, bunu görmemek için çırpınan parçamın çabasını farkediyorum.
– O çabaya da gülümseyebilir miyim?
– Şu an kalçamın yarattığı rahatsızlık hisleriyle kalabildiğim, buna gülümseyebildiğim ölçüde, evet.
Tam bu anda hoca hatırlatıyor: Ağzı, boğazı gevşet. Alnı gevşet. Çeneyi gevşet.
Pozun içinde beni o an için zorlayan her ne ise, o zorluğa ben düşünsem de düşünmesem de bedenim kendi tepkisini veriyor. Bu tepkiyi veren beynimin düşünen korteks kısmı değil ki zaten. Binlerce yıl önce bir yılana rastladığımda, düşünüp, planlayıp aksiyon almayı bekleseydim ölürdüm. O yüzden daha ben düşünemeden tepkisini veren, ben karar vermeden beni yılandan kurtaran, parmağım sıcak suya değdiğinde bana hemen elimi çektiren, hoşuma gitmeyen şeyler olduğunda yüzümü buruşturan, hayatımı kurtaran ama bedel olarak beni otomatik portakala çeviren parçalarım var. Bu memeli bedeninde, insan biyolojik makinesinde.
Yüz kaslarımı kasıyorum, alnımı buruşturuyorum, çenemi sıkıyorum. Canı yanan insan yüzü düşünün, o yüz nasılsa ben de ordaki herşeyi “otomatik” olarak yapıyorum. (Mindfulness’ ta otomatik pilottan çıkmayı pratik eder, öğrenir, öğretiriz.)
Ve bu anda, hocadan gelen hatırlatmayla o acıya rağmen, acı orada iken, yüzümü, alnımı, boğazımı, çenemi gevşetiyorum. Bunu yapabildiğimi görüyorum.
Demek ki acı orada durabilirmiş.
Demek ki otomatik olarak kasılan yerlerimi (olana direncimi) kasıldıklarını farketmek koşuluyla rahatlatabilirmişim.
Demek ki canım acırken kendimi kasarak gösterdiğim direnci farkederek, onun bulutların dağıldığı gibi dağılmasını izlemek mümkünmüş.
Buna seyirci kalmak süpermiş.
Ve bunu defalarca burada, matın üstünde deneyimlersem beynimde o otomatik tepkileri bana verdirten nöral ağlar yeni baştan kurulurmuş. (Nöroplastisite)
Ve matın üstünde, bu kurgu dünyada değil de, basbayağı gerçek hayatta, acıyla temas ettiğim her yerde yüz kaslarımı gevşetmeyi, bedenimde ne olduğunu gözlemeyi, olayın baş aktörü gibi değil de seyircisi gibi olmayı deneyebilirmişim.
Nefes alıyorum, içim şükürle doluyor.
Ve nefes verirken, pozun içine biraz daha yerleşiyorum.
Hem çabama, hem de çabasızlığıma gülümsüyorum.
Ve aklıma arkadaşımın yüzü geliyor. O yatarken bana ne olduğunu artık biliyorum!
Yapmaktan vazgeçişini, öyle doğal, seyretmek öyle güzeldi ki…
Zafer duygusu versin diye yapılan filmlerde hep koşunun birincisini, o en başaranı, yapanı, edeni, halledeni, bitireni, kupayı kaldıranı görürüz. Ve tüm dünya bunu alkışlarken, bedenini dinleyip o anki ihtiyacına cevap veren ve daha az yapmayı seçebilen bu kadın, benim sıra arkadaşım, kendine annelik ederek bana göre devrimci bir şey yapıyor. Hissediyorum ki bizim sınıfta artık bu, hiç de az görülen bir şey değil.
Kendimize,ve dolayısıyla sözde sevdiklerimize, ve dolayısıyla tüm yaratılışa, parçası olduğumuz evrene kör olmamızın salık verildiği ve geçer akçe olduğu, Huxley’ nin “Cesur Yeni Dünya” sında tasvir ettiği dünyadan aşağı kalır yanı kalmayan bu dünyada, kendine kör olmayarak evinin önünü değil içini süpürmek.
İnsan kalmanın emek istediği bu küresel kapitalizmde kendine emek vermek. Tüm dünya -yetişkin ve çocuk- dikkat eksikliği ve hiperaktiviteden kan ağlarken, çünkü ekonomi artık dikkat ekonomisiyken, ve anormal olan bu duruma insan içine karıştığımızda normalmiş gibi yapmak zorundayken dikkatini eğitmek için emek vermek. Dikkatini nereye verdiğine farkındalık getirmek.
Bir çocuğu büyüten şey, annesinin dikkatiyken. Anne, dikkati ile çocuğun ihtiyaçlarını karşılıyorsa anne iken.
Eğer bir çocuk olsaydı bedeni, ve o an o pozu yapamasaydı, annesi olarak ona zorla yaptırtır mıydı? Hiç sanmıyorum. (Biliyorum, yaptıracak anneler de var, nerden bildiğimi bilenler biliyor:)
Aslında tam da o anda, arkadaşım kendi bedenine annelik ediyor, aynı Clarissa’ nın dediği gibi.
Bazen biz bedene annelik ederiz. Bazen de o bize annelik eder.
-Clarissa Estes, Kurtlarla Koşan Kadınlar
Ben o “büyük” anneyi tanıyorum.
Kendi içimde onu büyütüşüm..
Daha doğrusu aslında içimde o “büyük” annenin tezahür etmesi için sessizlikle ve boşlukta kalmaya razı olmak zorunda kalışım.
Benim sıradan, küçük hayatımın büyük hikayesi.
Oğluma annelik edebilmek için kendime annelik etmeyi öğrenmeye çabaladığım ve çabanın yetmediğine razı gelmeye mecbur kalıp bıraktığım, çabasız kaldığım tüm o anlar.
Arkadaşımın güzel bedeni yere uzanırken tek bir an, bende binlerce anı tetikliyor.
Ve bu beni gülümsetiyor.
Islak bir gülücük olabilir, evet. 🙂
Islak gülümsemeler çok güzel.
Gelelim kuğuya.
Kuğu pozu tesadüf müydü? Bence değildi.
Çünkü kuğu benim hayatta en yaralı olduğum yeri anlatan masal olduğu için en çok sevdiğim “Çirkin Ördek Yavrusu” masalının da metaforu. Bende “kuğu” özel bir kelime yani, yeri başka.
Orada ördeklerin arasında hayatı kararan ve zorlu bir yolculuk sonrası en sonunda kendi kabilesini bulan ördek için şöyle bir an geliyor:
“Ama o da ne! Sudaki yansımasında her şeyiyle bir kuğu gördü. Ve en nihayetinde onlardan biri olduğu anlaşıldı. Yumurtası kazara bir ördek ailesinin içine yuvarlanmıştı. O bir kuğuydu, göz kamaştırıcı bir kuğu! Ve hayatında ilk kez kendi türünden olanlar yanına geldiler, ona kanatlarının ucuyla nazikçe ve sevgiyle dokundular. Gagalarıyla onun tüylerini düzelttiler, ve selamlayarak etrafında yüzüp durdular.”
Her şeyiyle bir kuğu. Göz kamaştıran.
Yüzüme gelip konan gülümseme, kimbilir, belki bu kendini ördek sanan kuğudan geldi.
Bir kuğu pozunda.
Bana diğer bir kuğuyu göstererek. “Daha az yapmayı göze alan”, göz kamaştırıcı bir kuğuyu. Sürümün içindeymişim gibi hissettirerek.
İşin doğrusu, hala kabilem neresidir, bir gün bunu hissedecek miyim tüm kalbimle, bilmiyorum. Steven Hoskinson, geçen gün gittiğim küçük eğitiminde, “Biz kabilesini bulmak için yanıp tutuşan, ama hiçbir zaman kabilesini bulamama kaderiyle dünyaya gelmiş bir nesliz.” dedi.
Ama bu özlemiyle temasa geçenler olarak orijinal kabilemiz olmasa da kendi kabilemizi kurabileceğimizi de ekledi.
Bilmiyorum.
Burası en “herşeyi biliyormuş ve herşeye bir cevabım varmış gibi” yapmayı istemeyeceğim yer.
Öyle hakiki, öyle derin bir yara.
Hala baktığım. Geçsin diye değil, acıyor diye şefkat hissettiğim.
Ama belli ki bana kabile hissimi veren başka kuğularla yolum kesişiyor.
O yol muhakkak hakikat aşkından geçiyor.
“Şu anda olduğum yere, hayatta durduğum yere, bu pozun içinde olduğum yere, bu kalça açıklığına, bu bedene, kendim olmaya, şu andaki halime ne kadar razıyım?” (Berivan’ ın öğrencisi olmuş herkes öyle sanıyorum bu sözcükleri okurken onun sesini kulaklarında duyumsayacaktır.)
Bu soruyu samimice, sık sık, kendine düzenli soranların yolu galiba bu.
Şimdilik buna razı olabilir miyim diye içime soruyorum.
Başka çaren yok, diyor.
Kalbinizde çözümlenmemiş olan şeylere karşı sabırlı olun ve sorunları sevmeye çalışın. Şimdi sorunları yaşayın. Belki de aşamalı olarak, farkına bile varmadan yanıtlarla birlikte yaşayacaksınız.
-Rainer Maria Rilke, Letters to a Young Poet
Gozyaslarimla okudum. Tam zamaninda. Cok tesekkur ederim butun kalbimle…
LikeLike