Objet Petit A.
Lacan’ ın psikanalitik teorisine göre “arzunun erişilemez nesnesi”.
Yıllar önce Zizek’ ten okuduğum, dinlediğim, sonra da hep yaptığım gibi ana kaynağına dönüp Lacan’ dan anlamaya çalıştığım, anladıkça entellektimin aldığı hazzı yaşadığım, neredeyse ağzımın suyu akarak “Tamam bu herşeyi açıklıyor, buldum, eureka!” dediğim şey.
Lacan terimin tercüme edilmeden bu şekilde kullanılmasında ısrar eder, hakikaten de hissetmesi zor değil ki bu kavramı tam manasıyla tercüme etmek zor.
“Arzumun eksik nesnesi” olarak da çevirenler var.
Peki nedir objet petit a?
Lacan’ a göre objet petit a en temel haliyle, henüz dile geçmeden, kadın-erkek olmadan, din, kültür kavramlarının etkisine girmeden, anne karnında anneyle ve dolayısıyla içinde bulunduğun evrenle yaşanılan bütünlük halidir. Dolayısıyla bebek olmayan herkes için çoktan kaybedilmiştir ve asla bulunamayacaktır. Ama hayat onu bulma arzusuyla geçecektir. Bir nevi imkansızın peşinde olmaktır. Tam bulacak gibi olurken, asla bulamayacağımız gerçeğinin yüzümüze çarpması halidir.
Arzumuzun kayıp bir nesnesi vardır yani. Bir süre sonra nesneyi tamamen unutur, kendimizi bir insan bedeninde arzularla buluruz. Arzu insanı insan yapar, diyenler vardır. O halin bir yüzü arzuysa şüphesiz diğer tarafı eksiklik hissidir.
Herşeyin bir kışkırtma, bir ayartma ekseninde kurgulandığı günümüz küresel kapitalist toplumunda objet petit a sistemin sermayesi haline gelir. Ucu açık bir sarmalın içine giren arzusunun ulaşılamaz nesnesi peşindeki modern insan , bilerek ya da bilmeyerek sistemin tahakkümünü de arttırır. Dolayısıyla objet petit a kavramı hem birey düzleminde psikanalitik bir açıklama iddiası taşırken diğer yandan antrolopolojik olarak da konuyu bağlar. Boğaziçi İşletme’ de ilk aldığımız pazarlama dersinde Colombia Üniversite’ sinde doktora yapmış dekanımız pazarlamanın incili olarak görülen Philip Kotler’ in Pazarlamaya Giriş’ ini hatim ettirmişti bize. İyi her pazarlamacı bilir ki, ve Kotler de der ki, pazarlamanın ilk kuralı ihtiyaçları belirlemek değil, ihtiyaçları yaratmak‘ tır. (Zaten sadece ihtiyaç belirlesem piyasa varolmaz, hiçbir pazar da bu şekilde büyüyemezdi.) Bu da “dişlerimi temizleme” ihtiyacımla “gülüşümle onu etkileme” yapay ihtiyacım arasındaki suni farktır. Sıradan ve ortalama bir büyük şehir insanıysam, her gün milyon tane mesaj aldığım için artık hangisi gerçek ihtiyaç hangisi kurgu kestiremem.
“Ben eksiğim ve şunu yaparsam/ alırsam/ yaşarsam tamam olacağım. O’rda olacağım. O’nunla olacağım. O olacağım.”
Öyle görünerek.
Şuramı da düzelterek.
Biraz da buramdan çekiştirerek.
Onunla birlikte olarak. (bir ilişkide)
Şu grupta olarak.
Mission impossible!
Sonrası malum:
Bağımlılıklar. (Uyuşturucu etkili herşeye. Alkole. Sigaraya. Yemeğe. Alışverişe. İnsana. Belli bir deneyime.)
Kendime uyguladığım şiddet. – Olduğum hali kabul etmeyerek. Hep daha iyi, farklı, özel olabilirsin diye diye.
Arzunun ulaşılamaz nesnesi.
Yakalar gibi olduğum, elimden kayıp giden bir anlam duygusu. Anlık, günlük hazlar. Ulaştıktan sonra bizi yere çakan büyük başarılar.
Bir boşluğum var. İnsan olmanın doğal bir parçası bu boşluk.
O boşluğu tanımayanımız yok sanıyorum. Kimimiz çocukken, kimimiz 40 yaşından sonra tanışsa da o boşluğu tanıyoruz. Dolmayacağını içten içe bile bile, hayatımızı onu doldurmaya çalışarak geçiriyoruz.
O boşluk halini yaşamamak için kendimize zarar verme pahasına uyuşmayı, yapma halinin transında kendimizi kaybetmeyi göze alıyoruz.
Lacan’ a dönersek teoriye göre büyük A geride kalmış, kaybetmişsin. Ve biliyorsun ki asla tekrar o bir olma halini yaşayamayacaksın. O yüzden bilinçsizce, arzuyla küçük a’lar buluyorsun kendine ve onların peşinden gidiyorsun.
O küçük a senin hayatında her ne ise.
Çocuğun.
Mesleğin.
Statün, maddi kazanımların.
Kariyerin.
İyilik adı altında kendinden kaçış aktivizmi.
Arkadaşların belki.
A’yı sonsuza kadar kaybettiğine göre elinde kalan tek seçenek bu yol.
Peki sahiden böyle mi?
O birlik, bütünlük hissi sonsuza kadar yitirdiğin bir şey mi?
Onun peşinde bilmeden koşarken kendi yolum diye bellediklerin küçük a’ ların olmasın?
Sanskrit dilinde bizdeki boşluk ile tam açıklanamayan Sunyata diye bir kelime var. Budizm’ de kullanıldığı şekliyle anlamındaki boşluk biraz “hiçbir şey interconnectedness (birbiriyle bağlantılı olarak var olabilme) bağlamı haricinde var olamaz. Herşeyin içi boştur. Hiçbir şeyin kendine ait bir kimliği yoktur. Hiçbir şey “self” sahibi değildir, herşey birbirine bağımlıdır. Şeyler geçicidir, sabit ve kalıcı olamaz.” gibi bir boşluktur.
Budist felsefede bu, Mahayana anahtar kavramıyla anlatılır. “Biçim boşluktur, boşluk biçimdir.” gibi paradoks içerir. Bu batı ontolojisinden alışık olduğumuz nihilist boşluktan oldukça farklı bir kavrayıştır. Hatta bana göre onun anti-tezidir. (Platon’ un realizminden temellenen tüm şeylerin özü var temelli bakış açılarının)
Boşluk, budizmde, hiçlik değildir.
Zaten hepimizin içi boştur. Kainat da boştur. Ama samadhi halinde, birliği, ego sınırlarımızın ötesindeki asıl doğamızı, o halin içinde eriyişimizi gözlemlediğimizi söylerler. (Samadhi ve Mahayana ile ilgili elbette sayfalarca yazılabilir, benden şimdilik bu kadar.)
Meditasyon ve farkındalık meditasyonları ile ilk aşamada sinir sistemi dengelenip kişi dengesiz olan kendisini dengelerken, pratiklerde ilerledikçe kendi olmayı keşfeder. Pratiklere daha da devam edildiğinde kendi ötesi deneyimler insana insan bedeninde açılır. (Bu konu da yazmayı düşündüğüm başka bir yazının içinde olsun.)
Dolayısıyla, anladığım kadarıyla,ilk adım, ruhsallığa açılmak, aydınlanmak, spiritüel herhangi bir inancı doğrulamaktan ziyade, aşağıdaki soruları sormak.
Benim küçük a’larım neler?
Onları farkedip bırakmaya razı mıyım? Let go etmek diyorlar, bırakamıyorum dediğim şey esasında küçük a’ larım olabilir mi?
Büyük A’yı hakikaten aşkla arıyor muyum, yoksa onu arar gibi yapma yollarım, gittiğim eğitimler, hocalarım tatlı konfor alanındaki küçük a’larım mı?
Yanmaya razı mıyım? Büyük A’ya giderken büyük ateşler var çünkü. Ne kadarına razıyım?
Yoksa küçük a’ların küçük ateşlerinde yanıp yanıp soğumak arasındaki salınımda hayatım geçip gitsin mi?
Hangisi daha zor, ufak ufak yanmak ve tükenmek mi, yanıp küllerimden yeniden doğmak mı?
Yıllarca sorularımın cevaplarını entelektüel bilgide aradım. Okudum da okudum. Edebiyatı çok sevdim. Haksızlık etmek istemem, ama en temelde benim için benim gibi kafası karışık, kafasının karışıklığını pek güzel ifade eden bireylere dönüştüler sevdiğim yazarlar. Hala da severim, Cortazar severim, Tanpınar severim. Edebiyat seven insanı da hep biraz kayıran bir parçam var hala içimde.
Sorularının cevaplarını en az benim kadar bulamamış, zihinlerinin esiri, açı çeken insanlarla karşılaşıyorum artık edebiyat zevkim için okuduğum kitaplarda. Aynı benim yaptığım gibi, zihnine kaldırabileceğinden daha büyük bir işi verip nasıl çuvalladığını seyreden insanlar.
Acıyı paylaşmak da gerekli olduğundan, varoluş çocukluğumda farkettiğim gibi acılı olduğundan, acımı onlarla paylaşıyor olduğumu görmek bana iyi geldiğinden, eskiye göre daha az ama hala da yapıyorum bunu.
Hiçbir şeyin önünde eğilmeyen bir insan, asla kendi yükünü taşıyamaz.
-Dostoveyski, Ecinniler
Şimdi nerde ne buldun derseniz, açıkçası dürüst olarak bilmiyorum demek zorundayım. Sadece bir şekilde çok güçlü ve baskın olan zihnime gün geçtikçe daha az inanır oldum. Düşüncelerimin peşinden daha az gider, ayaklarımın peşinden daha çok gider oldum. Ayaklarımın beni götürdüğü yerlerde insan olmayı araştırmayı bırakıp yaşamaya başlar oldum.
Değişime, dönüşüme, kişisel gelişime inanmıyorum. Bunların sistemin huyuna giden insan yetiştirdiğini düşünüyorum. Düşüncelerimizden kurtulmaya, kendimizi geliştirmeye, değişerek daha iyi biri olmaya falan inanmıyorum. Bunları dışarıdan bir resim gibi bakıldığında kendini çok geliştirmiş olarak nitelenen biri olarak söylüyorum. Krishnamurti gibi asıl çalışmanın zihinsel hapishanelerin hepsini yıkmaya çalışmak olduğuna inanıyorum. Daha hoş hapishaneler peşinde olmadığımı görüyorum ve ruhumun özgürlüğe düşkünlüğünü seyrediyorum.
İnsanoğlunun bir yerlerinden çekiştirilmeden, sevgi ile, ana rahmi gibi besleyici, kapsayıcı, nazik ortamlarda büyüyüp serpileceğine ve kendi hakikatine yaklaşabileceğine inanıyorum. Anneliğe inanıyorum. Çağımızda en devrimci ve aktivist eylemin en önce kendine ve sonra yapabiliyorsan çocuğuna, dünyanın çocuklarına, belki yetişkinlerin içindeki çocuklara annelik etmek olduğuna inanıyorum. Hangi yolla olursa. (*Annelik=birine tüm dikkatini vererek onun ihtiyaçlarına duyarlı olmak ve ihtiyaçlarını farketmesine ve karşılamasına rehberlik etmek. anlamında kullanıyorum.)
Dolayısıyla “kendini bil” e inanıyorum.
İnsan, kendi içinde bulmak zahmetine katlanmadığını, bedenini oraya buraya götürerek keşfedemez.
-Paramahansa Yogananda, Bir Yoginin Otobiyografisi
Kendini bilmenin, samadhinin, meditasyonun, şefkatin ve objet petit a’ nın ilişkili olduğunu hissediyorum.
Pratikleri ise bazen bilimle, bazen de asıl memleketim gibi gördüğüm eski okumalarımla birleştirmek hoşuma gitse de asıl bende, hayatımda, ilişkilerimde yarattığı yankı için hayatımda kararlılıkla tutuyorum.
Görsel olarak paylaştığım resmi, oğlum doğmadan önce, 2014 yılında arabada çekmişti eşim. Çocukluğumdaki gibi, yağmura dokunuyor gibi ama aradaki camdan dolayı dokunamıyor halim bana objet petit a’yı hatırlatmıştı. O zaman instagrama bunu post ederken, gün gelip objet petit a fasit dairesinin dışında hissedebileceğim aklıma gelmezdi. Bir adada, oğlumla saatlerce denize taş atarken yüzümün yandığını farketmediğim bir günü kapatıyorum şimdi. Gün boyu beni dürtükleyen bu yazıyı yazmaya çalıştım uyumadan, çünkü aklıma niyeyse objet petit a geldi durdu gün boyu. Çay içerken, dondurma yerken, oğluma taş toplarken, keçi gibi oraya buraya tırmanırken, dağları ve kuşları ve gece yakılan ateşi seyrederken, boş boş oturup meydandan gelen geçeni izlerken.
Küçük a’larımızı farkedelim.
Büyük A halimizi deneyimleyelim.
-Yolu yordamı size kalmış. Genetik kodlamamız kadar farklı yol var, gibi geliyor.-
Namaste.
Amin. 🙂