Pozitif psikolojinin, farkındalık ve şefkate dair öğretilerin yaygınlaşmaya başlamasıyla, üzerimize geçirdiğimiz bir kaç öne çıkan persona’ dan biri olarak, bu dönemin kadınları (darısı erkeklerin başına:) çok da seçmeden “güçlü kadın” oluverdiğimiz gerçeğine ayıldık. Güçlü kadın olmak zorunda değiliz diye konuşuldu, konuştuk, terapilerde ağladık. Ben şimdi biraz burda da, yer yer, -çok doğal olarak- öteki uca savrulduğumuzu düşünüyorum: Ben artık güçlü olmak istemiyorum anne! ucuna.
O dönemeçleri biraz geride bıraktığım bu dönemde, kendimi güçlü hissediyorum. Güçlü olmak iyi hissettiriyor, terketmem gereken değil sahip çıkmam gereken bir şey. Güçlü olmaya hakkım var. Güçlü olmam, iyi şeyler yapmama, hayatımı istediğim gibi yaşamama yardımcı oluyor. Öyle tutunduğum ve kendimi tanımladığım bir şey de değil. Gücüm, niyetlerimin yakıtı oluyor.
Ama işimize asıl yarayacak soru şu, belki de hepsinden önce: Güç nedir?
Güç, insanlık tarihi boyunca üzerinde pek çok okuma yapabileceğimiz bir kavram. Kadın-erkek, sınıflar arası, ülkeler arası, hangi pencereden baksak ortak bir şey görüyoruz: Güç, yaygın popülasyonda her zaman tahakküm etme ile bir tutulmuştur. Güçlünün güçsüzü ezdiği, kahramanların değiştiği tüm o hikayelerde, en başta güçlü olanın güçsüzü ezmeye dair karanlık arzusuyla yüzleşiriz. (Biraz derin bakarsak, o “güçlü” nün, kendisine tahakküm edemedikçe etrafında tahakküm kurma arzusunun alevlendiğini de izleriz.)
Gücün içinden, tahakküm etme, birileri veya bir şeyler üzerinde egemenlik sağlama çabasını çıkarın, geri neyi kalır acaba? diye sormaya cüret ediyorum bu yazıda. Güç, kalbi gümbür gümbür attıran, herkesten üstün olmaktan beslenen, saldırgan bir şeyden ziyade; sakin, bilgece bir anlayışa dayalı ve her bedende herkes için ulaşması mümkün bir kararlılık olabilir mi? Böyle kişisel bir güç tanımı sahiden mümkün mü?
Henüz bebeğim üç aylıkken onu göğsümde yatırarak katıldığım ve bende çok güzel izler bırakan yoğun bir eğitim sürecindeyim. Kendime dair tüm tanımlarımı bile isteye yerle bir ettiğim bir dönem. İçim kan revan içinde, böyle yıkık döküğüm ama bir tarafımla biliyorum, post modern bir yeniden yapılanma içindeyim. Katı olan her şey buharlaşıyor. Ve bundan sonra hiç bir şey eskisi gibi olmayacak. Yenisi nasıl olacak pek fikrim yok, ama eskisi gibi olmayacak, bu kesin. Tüm zorluğa rağmen eskinin ölümünün içimde açtığı ferahlığı da hissediyorum. Dünyaya yeni gelen bebeğim buralı olmaya çalışırken, benim de tüm buralı olma gayretlerim hayati önem arzediyor. Kendi bebekliğimi de kucağıma almışım, diyorum ki bir şansın daha var küçüğüm, seni biraz daha buralı yapacağım. Ki rahat rahat oralı olduğunu da yaşayabilesin.
Şu an bunu yazarken tüylerim hala diken diken oluyor, çünkü sahiden çok zordu: Kucağında iki bebek taşıyan, kaç yaşında olduğunu bile kestiremeyen, gün içinde biraz büyük anne, biraz anne, biraz da 5 yaşında bir kız çocuğu olmak. O aşamada annesiz olmak. Hep bir parça annesiz olduğunu farklı bir coğrafyada keşfetmek. Lineer zamana göre büyümeyeceği çok açık olan içimdeki bu çocuk-anne’ nin büyümek için daha neleri yiyeceğini kestirememek ve bir parça ucube-yaratık gibi hissedip, bundan bahseder gibi yapıp asla anlamayacaklar diye vazgeçmek. Tüm bu süreçleri 2 saat uyuyup uyanan fiziksel bir bedende deneyimlemek. Birileriyle karşılaştığımda onların kaka temizlemek, bebek ağlamasıyla başa çıkmak gibi dertlerim olduğunu sandıklarını farkedip, hayat boyu içimde sahiden olanla belli rollerin ezberlenmiş dertleri arasında hep büyük bir fark olacağına bir kez daha üzülüp müthiş ve tanıdık bir yalnızlık hissetmek.
Yapmaya alıştığım şeylerin tam zıddını yapıyorum, deniyorum, beş yaşında bir çocuk nasıl denerse öyle. Denediğim şeylerden biri de gardımı indirip herkesin her şeyimle ilgili yorum yapmasına izin vermek, insanlara karışmak, her şeyi açık açık paylaşmak, zayıflıkları, hataları, travmaları… Bu kadar geçirgen ve saydam olmak nasıl, deniyorum. Yine böyle denemelerimin birini bir grup çalışmasında yaptıktan sonra, kendimi muhteşem hissediyorum.
Hocam soruyor, bu deneyimden ne öğrendin? Kendimden emin, cevaplıyorum:
Bugüne kadar dağ gibi yaşamışım ben. Güçlü, kocaman bir dağ. Etrafında olup bitenden etkilenmeden orda öylece durmayı bilen. Kendisi için önemli olandan hiç bir şekilde vazgeçmeyen. Şimdi, burada, ilk kez gerçekten su gibi olmayı deneyimledim. Etrafımı saran insanlarla ayrı değil bir hissettim. Onlardan bana akan bir şey var…Bu his çok güzel… Dağ olmak çok yalnızdı, ben artık su gibi yaşamaya devam etmek istiyorum!
Hocam Dorothy bu noktada gözlerimin içine bakıp “No no no Sema.” diyor. Çok güzel şeyler söyledim, gözlerim dolu dolu, kalbimi hissediyorum, şu anda kendimi çok iyi hissediyorum, neye no diyor bu insan?
Hafif şaşkın, can kulağıyla dinliyorum:
Sen dağ gibi olmayı çok iyi biliyorsun. Gel gruba soralım, Sema’ nın nasıl bir dağ olduğunu biliyor musunuz? Cevapları etrafımı saran gözlerden okuyorum. Biraz duruyor, ve su gibi olmanın çok hoşuna gittiğini görebiliyorum, bunun tadını da istediğin kadar çıkar, ama unutma sen sadece su değilsin, bazen olmayı çok iyi bildiğin o dağı olmak senin çok işine yarayacak. Senin tercihin, dilerim gerçek gücü seçersin: Yani dilediğinde dağ gibi, ihtiyacın olduğunda da su gibi olmayı.
O an hiç de dağ olasım yok. Ama dediğini duydum. Duymamış gibi yapmayacağım. İçimde karşılığı var bu sözlerinin. Neyse ki dağ olmak da öyle kolay kolay unutulmuyor. Günü gelince hatırlıyorum bu anı. Gücüme, dayanıklılığıma sahip çıkıyorum.
Hep bir dağ gibi düşünüp, davranıp, hissedip, olurken, su gibi de olabileceğini ilk kez keşfetmek çoğu insan için çok güçlü bir deneyim. Bunu, sonradan hikayelerine eşlik ettiğim insanlarda tekrar tekrar izliyorum. Bu güç mü? Evet, hem de nasıl! Asıl güç ise bir kaç durak sonra, farklı halleri tek tek deneyip keşfedip her birine dengeli bir zaman ve efor yatırımı yaptıktan sonra geliyor.
Uyaranla tepki arasında Victor Frankl’ in bahsettiği o boşluğu deneyimlemeye başlıyor insan. O durmak’ta sahiden seçme özgürlüğümüz var ve bu da sahiden dünyaya dair en gerçek güç: Elinde olmayana razı olma, elinde olanların arasından da seçebilme gücü.
Otomatik pilottan çıkıp, içinde taşıdığın koca evrenin, sonsuz duygu-düşünce-davranış repertuarının tadını çıkarmaya başlamak.
Sabit ve değişmez bir ben algısının güvenli hapishanesinden çıkıp, olasılıkların biraz tekinsiz/muğlak/öngörülemez ama özgür diyarına adım atmak. (Zaten her şey her zaman öngörülemezdi. Sen sadece kendine öngörülebilir sanrısına kapılmanın daha kolay olduğu sabitlerden zincirler örmüştün.)
Şimdi somut bir örnek üzerinden gidelim ve diyelim ki biri bana geldi, vurdu.
Otomatik pilot tepkisi, “O geldi bana vurdu, ben de tabi ki hemen ona vurdum.” oluyor. Ya da hep kaçan biriyseniz kaçmak da olabilir. Asıl mevzu vurmak fiili değil, alıştığınız her ne ise onun beyninizde yarattığı otoban ve kısa yollar. Bu cümlenin otomatik pilottan geldiğini bize “ben de, tabi ki” kısmı söylüyor.* Bu pakette şunlar bedava geliyor: Başka seçim şansım ve opsiyonum yoktu. Bu durumda yapılabilecek tek şey bu, değil mi? Böyle cevaplamaya mahkumum. Elimden başka ne gelir? Başka birinin ne yapacağını kontrol edemeyeceğim gibi kendi tepkimi de kontrol edemeyeceğim sanıyorum.
(*Otomatik pilotta olmadığımızda ise, o an vurmayı, dönüp plan yapıp kendi belirlediğimiz zamanda vurmayı, hiç vurmamayı, uzaklaşmayı, birisine vurdurmayı, vurmayı değil öldürmeyi, daha hafif vurmayı, daha sert vurmayı, sözlerle vurmayı, bin farklı şeyi seçebiliriz. Özellikle uzun uzun yazma sebebim, buradaki ana fikrin, bu kapsamda, moral olarak “doğru” bir şey yapmaktan -mesela “o sana vurdu ama sen vurma” gibi bir mesaj değil bu- ziyade bir seçim alanım olduğunu kavramak ve farklı opsiyonlarımı görebilmek olduğunu belirtmeliyim.)
Şimdi gelin benim de benimsediğim Budizm’ deki güç anlayışıyla aynı olaydaki seçeneklerimize ve süreçlerimize yakından bakalım. Budizm’e göre beş tane güç var.
1- İnanç ( Faith): Teori ya da körü körüne inanma içermeyen, tamamen deneyime dayalı bir inanç bize güç verir. Bu örnekte, tarihin başından beri vurma-vurulma ile ilgili bildiğim ve bana öğretilmiş her şeyden vazgeçmem gerekir. Sadece kendi deneyimlediğim kadarına bakmaya ve razı olmaya gönlüm var mı?
2- Doğru Çaba (Right Diligence): Zihnimizde hep potentialities var. Özellikle bu kelimeyi ingilizce kullanıyorum, ihtimal ve olasılıktan daha iyi aktarıyor çünkü. Hangi potansiyelin gerçeğe dönüşeceği benim zihnimde hangi tohumları suladığıma bağlı oluyor. Burada seçerek sulamayı (selective watering) öğrenmek çok önemli. Büyümek için her şey besine ihtiyaç duyar, zihin hallerimiz de öyle. Düşüncelerimiz besinlerdir. Hangi düşüncelerle hangi halleri beslediğimizi, bunların nasıl tohumları sulamak olduğunu farketmeye dair çaba, doğru çabadır. İçimizdeki tohumların çoğu, budist psikolojide store consciousness (Jungian psikolojideki bilinç altı ve bilinç dışının toplamı gibi.) da bulunuyor. Bu şu da demek, bize ait olabilir, atalarımızdan gelenler var, içinde yaşadığımız kültürün tohumları var. Nerden geldiği bir noktada önemli değil, bu tohumların hepsi hepimizde mevcut, önemli olan bu. Burdaki çaba, dışarıdan harıl harıl çalışıyor gibi görünmekten ziyade, daha çok durmak ve tepki vermeden önce boşluğa izin vermeye benziyor. Örnekte, biri bana vurduğunda buna cevabımla manifesto bulmasını sağlayacağım hangi potansiyeller hangi tohumları suluyor? Ben seçerek istediğim tohumları sulayabilir miyim?
3- Mindfulness (Bilinçli Farkındalık): Deneyimlediğim kadarına inanmaya gönlüm var, doğru çabayı da göstereceğim. Peki olana nasıl bakacağım? Mindfulness ile. Yani yargısız, açık ve meraklıca dikkatimi şimdi ve burada’ya yönlendireceğim. Böylece olanı olduğu gibi görme yolum açılacak. Burada sahiden ne oluyor’u an be an kaçırmayacağım. Zihnimdeki hikayelere, inançlarıma, bir önceki olaya, o kişinin niyetiyle ilgili kafamda bildiklerime kapılıp gitmiyorum. O bana vurduğunda o anda sahiden ne olduğuna bakıyorum. Bunu nefesimi izleyerek, bedenimde, uzuvlarımda, duyumlarımda neler olduğunu izleyerek yapıyorum.
4- Konsantrasyon (Concentration): Dikkatime sahip çıktığım, onu istediğim an istediğim şeye yönlendirebileceğimi idrak ettiğimde, ve dikkatimi tekrar ve tekrar mindfulness ile olana getirdiğimde bu halimden konsantrasyon doğuyor. Konsantre olabilmek sağlam bir güç. Dağılmıyor, esintilere, sineklere, ufak tefek rahatsızlıklara prim vermiyorum. Biri bana vurduğunda deneyimlediğim kadarına inanmaya devam edebilmek, doğru çabayı gösterebilmek ve farkında olarak olan bitene bakabilme halimi besliyorum.
5- İç görü (Insight): Doğru bakış açısını ancak yukarıdaki pratiklerle geliştirebiliyorum. Burdaki doğru dini, etik ve ahlaki bir doğruyu değil, hakikate yaklaşma aşkında olan gerçekleri temsil ediyor. Biri bana vurduğundaki gibi durumlarda ne yapıp ne yapmadığımı, seçeneklerimin neler olduğunu, ne yaptığımda neyi beslediğimi, an be an farkındalıkla beslediğimde bir şey oluyor. Öğretilmiş hikayelere-yazdığım hikayelerime-beynimde dönüp duran sanal filmlere körü körüne inanmayı bıraktığımda, zaman içinde, iç görüm gelişiyor. Meselelere doğru bakabilir, kendi tarafımı tutabilirken haksızlık yapmayabilir, arzularla yapışmayalir ve kaçınmalarla kaçmayabilir, açgözlülük yapmayabilir halde oluyorum. Erdemlerimi geliştiriyorum yani. Sezgilerim gelişiyor, her durumda benim için hayırlı olanı doğal olarak seçmeye yönelik bir güç beliriyor içimde. İçim biliyor, içimi dinliyorum.
Bu beş gücü kendinde geliştirmek, kendini bilme yolunda güçler geliştirmek demek. Hiç bir reçete ve ezber içermemesi, bizi tamamen kendi deneyimimize bırakması bana en doğru hissettiren tarafı. Güçlü hissetmekte, güçlü olmakta yanlış hiç bir şey yok, gücü doğru tanımladıktan sonra.
Böyle güçler geliştirme yolu nasıl bir yol olurdu? Ezberlerin ötesinde senin için neler mümkün? Bu beş güç de süper güç değil de nedir? Sizin süper gücünüz ne?
Yaşa ve gör, tam.
Güçlü olmanızı, güçlü hissetmenizi ve gücünüzün iyi izler bırakmanıza yakıt olmasını dilerim.