Issızlık bilgisiyim ben, sessizlik bilgisi. Durmanın ve kalmanın büyük planıyım.

canyon-1740973_1920.jpg

Clarissa Estes Kurtlarla Koşan Kadınlar’ın açılışında bize kemiklere şarkı söyleyen kadını anlatır. Arketipsel simge olarak kemikler yok edilemeyeni, tahrip edilemez gücü temsil eder. Her şeyimiz örselenmiş olsa bile – ki Thich Nhat Hanh’a göre 5 yaşına geldiyse şayet herkes yaralanmıştır– yeniden başlamak için kemiklerimiz vardır.

Kolaylıkla kendilerini teslim etmezler. Yapıları gereği yanmaları zor, ezilip toz haline getirilmeleri neredeyse olanaksızdır. Mit ve öykülerde tahrip edilemez ruh- tinini temsil ederler. Ruh-tininin yaralanabileceğini, hatta sakatlanabileceğini, ama onu öldürmenin neredeyse imkansız olduğunu biliyoruz. 

-Dr. Clarissa Pinkola Estes

Tam nasıl oldu, ne zaman oldu bilmiyorum, ama bir yerde artık okuduğum her şey aynı yerden geliyor gibi hissetmeye başladım. Öğrendiğim her şey aynı kaynaktan. Bana ulaşan her bir sevgi zerresinin aynı şefkat ırmağından olması gibi. Birbiriyle bağlantılı değil, tamamen aynı kaynaktan diyorum, hissediyorum, şimdilik ayrılmışlar, sonra yine beraberler. Biliyorum.

Egzersiz deyince ilk aklımıza gelen kaslarımızı çalıştırmak ve güçlendirmek bugün. Tam da zamanın ruhundan üflenmiş. Kaslar: Yapan, eden, koşturan, güç gösterisi yapan. Bir de kemiklerimiz var bizim. Evimizi ayakta tutan. Koşmazken, bir şey yapmazken de bizi ol’duran. Nice yapıp ettikten sonra bir bakmışız bir şeye çarpıyoruz, daha fazla çabayla ilerleyemediğim bir yer varmış, haa, dedirten.

Yin Yoga’ da bağ doku, tendonlar, ligamentlere ek olarak bir de kemikler ile çalıştığımızı ilk öğrendiğimde bu bilgi bana çok etkileyici gelmişti. Kasları olabildiğince pasif tutuyorduk, bu sayede bağ dokuya ve kemiklere makul bir stres uygulanıyordu ve bu sağlıklı ve gerekliydi. Ezberi ve alıştığımızı bozmaktı bu ve buna ne çok ihtiyaç vardı!

Kemiklere nasıl baskı uygularız? Kemikle çalışmak sahiden nedir? Kemiklerinizi tanıyor musunuz? Nereye kadar size müsade ederler, nerede çarpışırlar, sınırınız neresidir, bilir misiniz? Kemikleriniz sırlarınızı fısıldıyor olabilir, hiç kulak verdiniz mi?

Şimdi bir de Birhan Keskin’in şu şiiri var. Taş’a şiir yazmış, adı Taş. Allah aşkına bir okuyun:

İlk benim yüzüme rastladınız, en eskisiyim buranın.
Karnıyım dünyanın. Yeryüzünün ağrısı bendedir.
Kum ve kayaç benim.
Issızlık bilgisiyim ben, sessizlik bilgisi.
Durmanın ve kalmanın büyük planıyım.
Her şeyi gördüm, her şeyi. Suyun gidişini,  ağacın çiçeklenişini.
Tekrar tekrar gördüm ben daha da görürüm. Büyük zaman,
benim.
Denizler dalgalar dövdü beni, sert rüzgarlar yurt bildi
zirvelerimi.
Kırıldım, söküldüm, ufalandım;  döndüm bitiştim tekrar kendime
açsan, kırsan, baksan; bütün yeryüzü, her zerremde.
Taş taşıdım, içim kendimden yorgun benim, dilim çok uzun bir
yankı.
En eskisiyim ben buranın.

İnsanlardan en çok duyduğum şeylerden biri, çok alakasız görünen şeyleri nasıl birleştirdiğim oluyor. Bilmiyorum artık, bazısı zorluyorsun mu demek istiyor? Sahiden bana bağlantılı görünen ona da görünüyor mu, bir şey ifade ediyor mu? Bilmiyorum. Dürüst olmam gerekirse -ki gerekiyor- ilgimi de çekmiyor. Çünkü, esasında, after all, ne farkeder?

İlgimi çeken şu: Bu şiir, Clarissa’ nın kemikleri ve Yin yoga kesinlikle aynı şeyden bahsediyor.

Şekle de çok şeetmemek lazım aslında, ama bir kitap kurdu olarak çocukluğumdan beri şiire mesafeli durup meditasyon hayatımda yıllandıktan sonra şiirleri algılayışımın değişmesinin bir manası olmalı. Ataistler bunu da açıklasın:)

Bu güneş tutulması (2 Temmuz), bana olur olmaz gün içinde gözlerimi kapattırır ve şiirleri başka bir yerden sevdirir oldu. Haziranda manastırdaki inziva, tarifsiz şekilde kanıma işlemiş: Gün içinde, bazen fırtınanın ortasında gözlerimi kapatıp inzivada hissediyorum. Ölmeden bunun göz açığı da nasip olacak inşallah:) Dualarımız buna. Amin. (36 yaşında köy kahvesindeki amcalar gibi bir meydana oturup, sokağa, minare-bulut- yanındaki mavinin güzelliği ile mest oluşuma, bazen de basbayağı hiçliğe bakar oldum.)

Kafamın çalıştığı ve bilincimin aktığı şekilde yazdığım için memnunum. Stop.

Akşamüstü, oğlumu arabanın arka koltuğuna oturtup emniyet kemerini taktıktan sonra, “Yalnız şoför öpücükle çalışıyormuş.” diyerek yanağımı uzattım. Şaka şu, o an olay neyse duruyor, hayat donuyor. O iş öpücükle yapılıyormuş, öpücüğü alana kadar harekete geçilmiyor. O da şimdilik hep öpüyor, şakama yüzü aydınlanarak, bazen aceleyle ama her zaman iştirak ediyor. Her öptüğünde: Bir gün gelecek o ve o öpücük son öpücük olacak. Çünkü bir sonraki seferde bu şaka için ARTIK büyümüş olduğunu hissedecek, bu ona çocukça ve aptalca gelecek ve yapmak istemeyecek, ben de anne gibi bir anne olarak biraz daha büyüdüğünü farkedip o anki üzüntümü farkedip nefes alıp vereceğim, ardından o gece yasımı tutup ertesi gün aynı oranda uzaklaşarak büyümesi ve özgürleşmesinin tamam olduğunu hissedeceğim, ve kilit nokta o son öpücüğün tam olarak hangi öpücük olduğunu asla bilemeyeceğim. Tıpkı en son emzirdiğim hangisiydi bilmediğim gibi. Bir gün geldi ve bir daha emmedi, ve işte demiştim biliyordum bunu -birilerinin bana 2 yaşına geldi daha mı emecek? nasıl bırakacak? dediği- her gün hissediyordum. Hayat-ölüm-hayat. Nehrin altındaki nehir. Çok yaşlı o kadın. Bu öpücükte. Bu nefeste. 

Hayatı, kendimi, yakın çevremi bu iç diyaloglarla yaşıyorum. Belki de bundan, fazla insana yerim olmuyor pek. Bu incelikte beraber olamadığım çoğu ilişki bir bulutun ötekinin yanından geçmesi gibi geliyor. Seviyorsam gidip konuşmuyorum, dikkatimi veriyorum. Dikkat vermek çok yorucudur. Dikkatiz biz. Ruhumuz var mı? Adı ruh mu? Bilmiyorum. Ama dikkatimiz var ve adı bizim dilimizde dikkat buna eminim.

Neyse işte sonra kapısını kapatıp ön koltuğa doğru arabanın arkasından dolaşıp yürürken aklıma bu şiir, sonra Clarissa’nın kemiklere şarkı söyleyen kadını, sonra da yin yoga bağlantısı geldi. Sonra kontağı çevirdim, hadi dedim bas gaza, istikamet Kanlıca. Sabah avokado ve ceviz yiyorum ekmek yerine, ama Kanlıca’ da bir top dondurmamı, senin elinden tutup yürürken, bu yaz akşamında, tadını çıkara çıkara yicem. Ölürken gözümün önünden sahiden ışık hızıyla bir film şeridi geçecekse, orda o avokado ve cevizin olmayacağından çok eminim. Ama bu dondurma yiyişimiz ve bu minicik ellerini tutuşum olacak. Öyle eminim ki buna. Elini sahiden her tutuşumda, ölümlülüğümü, ölümlülüğünü, bu olanın geçiciliğini ve yine de muhteşemliğini hissediyorum. Tenin çok yumuşak ve baldan tatlı, ama bana kemiklerin fısıldıyor bunları sanki oğlum.

Film şeridi. Dondurma. Rüzgar. Sana gömülebilir miyim? deyişin. Doğuşun. Ölümüm. Bir de kemikler. Taşlar. Falan.

Issızlık bilgisiyim ben, sessizlik bilgisi.
Durmanın ve kalmanın büyük planıyım.

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Twitter picture

You are commenting using your Twitter account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d bloggers like this:
search previous next tag category expand menu location phone mail time cart zoom edit close