Daha Azına Razı Mısın?

beverage-cup-cup-of-coffee-2347328.jpg

“Sana şefkat duyuyorum.”

Uzak durduğum ve sınırlarımı belli ettiğim biri bana böyle demişti. O an bana iyi gelmeyen bir şeyden kurtulmuş olmanın sevinci içindeydim, o nedenle üzerinde durmadım, bir cevap da vermedim ama sonradan bunu her gün gördüğüm bir şeyin temsili olarak yaşadığımı farkettim.

Bunu derken gözünden alev çıkıyordu. Ve öfkelenmekte haklıydı. İnsan öfkesinde hep haklıdır. Daha doğrusu, her öfke haklıdır. Aksine hiç rastlamadım.

Yakın olduğum biri bana sınır çizip, uzaklaşırsa benden, öfkelenirim. Öfkem kendime olan sevgimden, ona olan sevgimden, aramızdaki ilişkiye verdiğim çabadan, oradan aldıklarımı alamayacak oluşumdan, çocukluk paternlerimden, milyon farklı şeyden sebeplenebilir. Kaldı ki sebeplere inanmıyorum. Sebepler sebeplerdir, oradadırlar, bazen algı bazen gerçek olarak. Yine de hepimizin bildiği gibi “Anlamak çözmeye yetmez.”

Her neyse o olaydan sonra düşündüm, bir kişiyi öfkelendiği bir durumda şefkat hissettim demeye ne iter? Elbette cevaplar çok kişisel ama içinde bulunduğumuz farkındalık habitatında her gün yapılan şefkate dair, farkındalığa dair bilgi paylaşımlarının insanlarda yeni birer “meli, malı” ya dönüştüğüne gün be gün şahitlik eder oldum. Bu da öyle bir örnek gibi gelmişti bana. (Muhakkak algılayabildiğim kadarıyla. Anlayışım sınırlı, sonuçta başka bir kişinin içinde tam olarak ne olduğunu asla bilemeyiz. Örneği verme sebebim rahat anlaşılması, birebir bu örnekte gerçekten ne olduğundan ziyade.)

İçinde gerçek şefkat uyanan birinin bunu söze döktüğüne hiç şahit olmadım. Bir düşünün, şefkat gördüğünüz kişiler bunu “Sana şefkat duyuyorum” gibi dile döktüler mi?

Şefkat bir histen ziyade eylem. Günden güne buna daha çok ayılıyorum. Bu yaz, vizyoner Thich Nhat Han’ ın kurduğu Plum Village Budist Manastırı’ nda yaşadığım inziva deneyiminde gördüklerim de beni bu konuda daha da aydınlattı. Şefkat yürüyen, konuşan, dokunan, yıkayan, toplayan, oturan, bakan bir şeylerdi. Sözcük değildi. Kuru hiç değildi.

İnsanın zihni bedeninden önde gidiyor. (Aslında bedenimiz önde gidiyor da, burada farklı anlamda kullandım.) Bir şeyleri kavramsal olarak öğrendiğimizde, “Hıhı-ben bunu biliyorum.” diyoruz. Üstelik bu örnekte olduğu gibi şefkat hissinin anlayışla ilgili olabileceğini de “biliyor” kişi. Sadece henüz bu bilgi bedenine inmemiş. (Ya da şöyle de diyebiliriz, bedeninle oluşmamış şefkat hali, ancak kognitif olarak şefkatli olmalıyım gibi bir bilgisi var kişinin.)

Yapboz’un eksik parçası doğallık. Hatta asıl kelimesi kendiliğindenlik.

Zen ustalarından biri ders verirken ummadığım bir anda tahtaya “Belief” (inanç) yazıp bunu ikiye ayırdı. Şöyle dedi:

“Yolun kalanıyla ilgili düşüncelerinize inanmayın. Teori ya da inançları bir kenara bırakın ve sadece kendi deneyimlediğiniz kadarına inanarak yola devam edin. Deneyimlediğin kadarına inanmakla, yolun devamıyla ilgili -kendinizden bilge de görseniz- birilerinin söylediklerine inanmak çok farklı iki inançtır. Bu şekilde, dogmatizmden korunacağınız gibi, düşünce kalıplarında kaybolmaktan ve kendinizden gerçekçi olmayan beklentiler içinde olmaktan kurtulmuş olursunuz. Kendi gerçeğiniz kadarını olursunuz ve bunu bilirsiniz, ki bu da gözlerinizi hakikate açabilme potansiyeline sahip elinizdeki tek şeydir.”

Anladığım kadarıyla, biz bunun tam tersini yapıyoruz. Biri bize “Sana kızana da şefkat duymak mümkün.” diyor. Biz de hiç orada olmadığımız halde bu bilgiyle şimdi ne yapacağımızı bilmez halde “Sana şefkat duyuyorum.” diyoruz.

İçimde bir depo öfkeyle gezdiğim zamanlarda biri bana “Öfke kötüdür.” dese bir araba da ona öfkelenirdim:) Şimdi, bunun ne kadar sağlıklı bir tepki olduğunu anlıyor ve o halime sahip çıkmamın – her ne kadar dışarıdan alakasız gibi görünse de- içimdeki şefkat tohumlarını sulamak olduğunu farkediyorum. Şefkatim tohumken o bir çiçekmiş gibi davranmamak, konuşmamak işe yaradı. Tohumken, ben daha içimde bir şefkat tohumu olduğunu bile bilemez haldeydim. Hiçbir şeyden emin değildim, o gün olana ve yaşadığım kadarına razı gelmekten başka çaremin olmadığını yaşıyordum sadece.

Sırf bu sebeple, Alice Miller’ı ilk kez okuduğumda bayılmıştım. Şimdi görüyorum ki öfkeme hak vermeye deli gibi ihtiyacım olan bir zamanmış. İyi ki bilge görünen söylemlerin, daha erdemli olanın ve ulvi görünenin peşinde yalandan koşmak yerine o öfkeyle gün be gün sahiden temas etmişim de onu görme, ona dokunma, ve en nihayetinde onun ateşinde yanma fırsatım olmuş.

Öfkeli olmayayım diye, şefkatliymiş gibi yaparak, içinde harıl harıl yanan bir ateşle bir ömür geçirebilir insan. Canı yana yana ona temas etmeye başladı mı da, öfke nihai işini yapar, kişiyi yakar, dönüştürür. Bu anlamda öfke ve şefkat de ateşli şeyler bana göre. Henüz yanmamış kişi, ateşini içinde taşıyan ve onun rahatsızlığıyla gezendir. Ateşte yanmayı göze aldıkça o artık içinde taşıdığı bir şey olmaktan çıkar, kişi kendisi “o ateşin kendisi” olarak gezer. Yanan’ dır, yanmış’ tır. O yumuşaklığı, kesin sınırları ve köşeleri terk etmişliği ve başka yananların da halinden anlamayı görürsünüz ve anlarsınız zaten, uyanık gözlere sahipseniz.

Bir on yılımı rahat harcayabilirdim, “Öfkelenmek gereksiz, şefkat duyayım ben o zaman.” diye. Başkasının ulvisinden ziyade kendi çöplüğü evla hakikaten insan denen varlığın.

O anda şöyle rahat rahat kızsak, sadece uyanık kalsak ve nasıl kızıyoruz, bedenimizde neler oluyor, soluğumuzda neler oluyor, aklımızdan hangi düşünceler geçiyor, sonra ne yapıyoruz, alıştığımız şey ne, baksak, kendi kendimizi gözlemlesek. Tek seferde değil, bir sonrakinde yine uyanık kalmayı denesek. Kalamadığımızda bunu farketsek. Tekrar ve tekrar. Ve görebildiğimiz kadarına razı olsak. Başka birilerinin kendi yollarının ilerisinde bir yerlerden bize seslenişlerini, şu anda olan ile ayrı tutabilsek. Ve kendi deneyimlediğimiz kadarına inansak. Daha ulvi, üstün ve harika görünenin peşini bırakıp kendi hakikatimize yaklaşsak.

Kimsenin susması gerekmiyor. Dünyanın debdebesi ve gürültüsü asla bitmeyecek. Ben de bu konularda yazıyorum. Ama kendi iyiliğimizi göz önüne alarak, bizim biraz seçici dinlememiz gerekiyor.

Kendimin daha üst versiyonu olmak istemiyorum ben. Öyle bir yalana inanmıyorum. Geçmişe kıyasla daha üstün bir versiyon değil, yıllar içinde yüklendiklerini azar azar bırakma cesareti göstermiş ve hafifleyen birini görüyorum aynaya baktığımda. Her gün olduğum halime uyanık kalmak ve kendi hakikatime yakın olmak istiyorum. Bunu her şeyden çok istiyorum.

Bunun için biraz yavaş ilerlemeye razı olmam gerekiyor.

Daha az’ına razı olmam gerekiyor.

Dünya hız ve daha çok için çıldırıyorken, daha yavaş ve daha az’ına razı mısın? Soru öfkeyle şefkatten ziyade buralara evriliyor.

Asıl devrim bu bence: Paradigma “Öfke değil şefkat.” te değil, daha azına, kendi deneyimime sahip çıkıp razı olmakta başkalaşıyor.

 

 

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Twitter picture

You are commenting using your Twitter account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d bloggers like this:
search previous next tag category expand menu location phone mail time cart zoom edit close