Çağdaş nörobilim diyor ki, kendimizle ilgili algılarımızın bedenlerimizle hayati bir bağı var. (A. Damasio. The Feeling of What Happens: Body and Emotion in the making of consciousness. New York: Harcourt, 1999)
Nörobilimci Joseph LeDoux ve arkadaşları, 2003’ te bilinçli bir şekilde duygusal beyne (yani limbik sisteme) ulaşmamızın tek yolunun öz farkındalık olduğunu gösterdiler. Beynimizde MPFC denilen (medial prefrontal korteks) farkındalık kulesini harekete geçirerek bu mümkün oluyor. Bu kısım kendi farkındalığımızı sağlayan ve iç gözlemi yapabilen kısım.
(J.E.LeDoux. Emotion Circuits in the Brain. Annual Review of Neuroscience+ Extinction of Emotional Learning: Contribution of Medial Prefrontal Cortex. + Active Avoidance Learning Requires Prefrontal Supression of Amygdala-Mediated Defensive Reactions. Journal of Neuroscience.)
Yani kadim uygulamalarda, doğunun bilgeliğinde binlerce yıldır uygulanan meditasyon/içe bakış/kendini gözleme çalışmalarının bilimsel olarak nasıl işe yaradığını artık anlamaya başladık.
İçe dönüş pratiklerini yaptıkça ilk değişen şeylerden biri, biyo-mekanik olarak değil de fizyolojik olarak bedeni ve bedenin içini hissetmeye başlamamız oluyor. Nasıl yani, ben bedenimi hissetmiyor muyum? Evet, öyle. Şu an sıcak mı, soğuk mu, beden ısım nasıl? Kalp atışımı hissediyor muyum? Bağırsaklarımı hissediyor muyum? Midemde nasıl hisler var, az önce yediğim şeyin midemdeki etkisi nasıl? Normalde, çok ağır midemiz bozulunca ya da çok rahatsız olunca hissediyoruz midemizi, yani hasta olduğumuzda. Burada bahsettiğimiz farkındalık, günlük hayatta ekstrem bir şey yaşamıyorken de iş başında oluyor. İdrar kesem ne durumda? Susuz muyum? Şu an bedenim spesifik bir harekete ihtiyaç duyuyor mu?
Teknik olarak tıp dünyasında iç alan farkındalığımıza verile ad, interosepsiyon (interoception). Latince, içe bakmak demek.
Bugün illa bir şeyin peşinde koşulacaksa, o şeyin interosepsiyon olduğunu düşünüyorum. Neden? Çünkü acıkınca yemeyen, tuvaleti gelince tuvalete gitmeyen, susayınca su içmeyen, hareket etmeye ihtiyacı varken etmeyen, yatması gerekirken de yatmayan insanlar olduk. Bedenimizin ihtiyaçlarını karşılayabilmek için önce onları duymamız gerekiyor ve çoğumuz bunu yapabilir halde değiliz.
Hepimiz 5 duyumuz var diye öğrendik değil mi? Ama bugün bundan fazlası olduğunu biliyoruz. Görme-işitme-koku alma-tat alma ve somatik duyularımıza (basınç-acı-sıcaklık algılayan dokunma duyusu) ek olarak interosepsiyon duyumuz var.
Interoseptif duyu bedenin kendisinden kaynaklanan verilere yönelik duyusu demek.
Beden hizamızı, ayakta dik ve sağlam durmayı, bedenimizin iç koşullarından haberdar olmamızı sağlayan hep interoseptif sinir uçları. Beden farkındalığına dair önemli bir parça da, bedenin uzayda konumunu algılamamızı sağlayan propriyosepsiyon. (Bundan ayrı bir yazıda bahsedeceğim.)
Peki, tüm bunlar neden önemli?
- İç algı reseptörlerimiz bağ dokuda yoğun olarak bulunuyor. (en başta fasya) Yoga, dans, tai chi, qi gong gibi çalışmalar ile ince seviyede duyusal geri bildirimleri duyabilir hale geliyoruz.
- Bunları duyabildikçe beyin bedenin her bir parçasını konumlandırmakta gittikçe rahatlıyor ve güven duygusu artıyor. Bu başımızdan aşağı inen bir güven düşüncesi olmaktan ziyade, aşağıdan yukarı çıkan bir güven hissi oluşturuyor. Sinir sistemimiz interosepsiyon arttıkça rahatlıyor. Tetikte olmuyor.
- Tetikte olmayan, rahatlamış bir bedende artık içsel liderlik mümkün hale geliyor. Gözetleme kulemiz gelişiyor, çabasız farkındalık mümkün hale geliyor. Nörobilim bildiğimiz bir şeyi artık kanıtladı: Hissettiklerimizi değiştirebilmemizin tek yolu içsel deneyimin sahiden farkında olmak (yani farkındalık) ve içeride olup biten her ne ise onunla dost olmayı öğrenmek.(yani öz şefkat.)
Bu konu daha çok araştırılacak. Örnek bir çalışmada, Bessel van der Kolk, 20 haftalık (beden ve nefes farkındalığıyla yaptırılan) yoga uygulaması sonrasında travma yaşayan kadınların beyinlerinin öz-düzenlemeyle ilgili yapılarında aktivasyon artışı gözlemledi.(Yukarıda bahsettiğim MPFC ve insula).
Doğru yoga, interosepsiyonu geliştimekte muhteşem bir araç. Çünkü doğru yapıldığında aslında meditasyon oluyor, ve günümüz dünyasında çoğu kişi için uzun süreler oturamadığı için alamadığı şifaya hareket ederek daha “kolay” bir formda ulaşmak mümkün hale geliyor. Yoga eğitmenliği almamın bir sebebi de bunu bilmemdi diyebilirim. Şu anda da bu anlayışla yoga yapmaktan ve öğretmekten çok keyif alıyorum.
Yöntemler konusunda tutucu olmamaktan yanayım. Bin tane yol ve hoca var, kendiniz için en iyi geleni ve sürdürülebilir olanı tercih etmek en hizmet eden yaklaşım oluyor. Dönemsel olarak da ihtiyaçlar değiştikçe pratikler de evrilecektir.
Yoga şart değil, aslolan meditasyon. Ben de kendi deneyimimde çoğunluğun aksine ilk meditasyona başladım ve yıllar sonra yogaya da başladım. Hangi derse girersem gireyim ve ne tarz bir yoga yaparsam yapayım, aynı hayatın içindeki gibi aslında- bu meditatif ve farkında halimi muhafaza etmem mümkün oldu. Ancak bunun doğrusu yanlışı yok, gözlemlediğim kadarıyla pek çok kişi için önce bedeniyle bir müddet çalışmak, zaman içinde meditasyona oturabilmesine yol açıyor. Ve değişik yoga türleri, çok farklı ihtiyaçlara denk gelebiliyor. Biri harika, öteki tu-kaka demek doğru değil.
Meditatif bir hale sizi sokan şiiri okumak, yazmak, şarkı söylemek ya da öyle dans etmek, yat-kalk-başar askeriye tarzı bir yogadan daha manalı. Diyerek de bitirmek isterim. (Demirkan et al, İstanbul, 2019) 🙂