
Bir şeylere isim koyma hastalığımız bizi yaralıyor.
Zen üstadı Suzuki’nin dediği gibi tam da: O uçan muhteşem şeyi havada görüp de biri bize “Bak, bu kuş!” dediği ilk anda virüsü kapıyoruz.
“Bu ağaç.”, dediğimiz anda bin türlü farklı ağacı, detayı artık göremez oluyoruz.
Sevgilim, eşim, çocuğum, annem dedikçe, karşımızdaki insanı, an be an aramızda olanı biteni, göremez ve duyamaz oluyoruz.
İsimlerin filtresiyle gerçek ve hayat bulanıklaşıyor.
İsimleri öğreniyoruz, gerçeği unutuyoruz.
Kendi isimlerimizi öğreniyoruz, gerçeğimizden kopuyoruz.
Adına dil dediğimiz ve sözde daha iyi anlaşmamıza yarayan şey, yeri geliyor bağlarımızı zedeliyor.
“Name it to tame it”, diyor mesela çok sevdiğim Dan Siegel. (İsimlendir ki evcilleşsin.)
Şefkat eğitiminde biz de duyguların bedendeki yerlerini tespit edebilir, isim koyabilir hale geliyoruz ve evet bu işe yarıyor.
Ama işte biliyorum öyle bir yer var ki, o evcilleşen tekrar özüne, vahşiye dönmek istiyor. Clarissa’nın dediği gibi:
“Hepimiz vahşiye özlemle doluyuz.”
Evcilleştirme, adı üstünde vahşi bir şeyi kontrol edilebilir hale getirme çabamız.
Vahşi olanı, hakiki olanı, ateş olup yakabileni, su olup akabileni, çamur olabileni, çiçek olabileni, tüm detaylarıyla, göz alıcı ihtişamıyla, bize değmesine izin vererek, içinde eriyerek seyretmek. Aslında özlemimiz bu, değil mi?
İsimlerin olmadığı ama bacaktaki gerilmenin, midedeki ekşimenin, kalpteki çarpıntının, eldeki uyuşukluğun, dalga dalga yayılan küçük bir zevkin, acının, geniş bir yelpazede kokuların, tarif edilemez renklerin, minicik hareketlerin, oyunsu dokunuşların, eşsiz ihtişamıyla varoluşumuzun hissedildiği bir “vahşi”.
Sessizlik. Boşluk. İsimsizlik.
Öğrendiklerimizi unutarak.
O yüzden öğrenmek aşkına sahip biri derken kendime, şimdilerde duam şuna dönüşüyor:
“Bana öğretilenleri, öğrendiklerimi biraz daha unutabileyim.
Biraz daha eksilsin isim koyduklarım.
Biraz daha azalsın kendi isimlerim.”
Sıfatsızlık bir merhaleydi, isimsizlik de başka bir merhaleymiş, ötesini sadece merak edebiliyorum.