“Dizelerinizin güzel olup olmadığını soruyorsunuz. Bunu bana soruyorsunuz, belki benden önce başkalarına da sordunuz. Onları dergilere gönderiyorsunuz, başka şiirlerle karşılaştırıyorsunuz. Yazı kurumları bu çalışmalarınızı beğenmeyince de canınız sıkılıyor. Peki öyleyse (öğüt vermemi siz istediniz) size yalvarıyorum, bütün bunlardan vazgeçin. Siz dışa bakıyorsunuz ve bunu yapmamalısınız. Size hiç kimse öğüt vermez, hiç kimse bir yardımda bulunamaz.
Yalnız bir tek yol vardır: İçinize dönün. Size yaz diyen nedeni araştırın. Kökleri, yüreğinizin en derinliklerinde dal budak salıyor mu, buna bakın. Yazmanız yasak edilince artık yaşayamayacak mısınız? Bunu söyleyin. En çok da, gecenizin en sessiz bir anında, yazmalı mıyım diye kendi kendinize sorun. Buna içinizin derinliklerinden bir karşılık bulmaya bakın.
Eğer bu karşılık “evet” ise, bu ağırbaşlı soruya, bütün gücünüzle, sadece yazmalıyım diyebiliyorsanız, o zaman yaşamınızı bu gereksiniminize uygun olarak kurun. Yaşamınızın en uçarı, en başıboş anına kadar bu içgüdünüzün bir belirtisi, bir belgesi olmalı. İşte o zaman doğaya yaklaşmış olursunuz. O zaman da ilk insanlar gibi, gördüğünüzü, yaşadığınızı, sevdiğinizi ve yitirdiğinizi söylemeye çalışın.
O zaman kişiliğiniz oturacak, yalnızlığınız da büyüyecek ve yavaş yavaş aydınlanan, başkalarının gürültüleri de uzaktan, içinde bir yankı bulmadan gelip geçen bir saray olacaktır. Bu içe dönüşten, bu kendi dünyanıza dalmaktan dizeler doğarsa, o zaman siz, bunların güzel dizeler olup olmadığını sormayı aklınızdan bile geçirmezsiniz. Artık sanat dergilerini de sizinle ilgilenmeleri için uğraştırmazsınız; çünkü siz, onlarda, sevgili ve sizde içkinleşmiş olanları, yaşamınızdan bir parçayı görecek, yaşamınızdan bir ezgi duyacaksınız.”
Genç Bir Şaire Mektuplar‘da Rilke’nin sesi. İçimde duyduğum, peşine tam manasıyla kendimi bildim bileli düştüğüm bir ses.
“Yazmanız yasak edilince artık yaşayamayacak mısınız?” diye soruyor ya, benim için yazmak da şefkat de böyle.
Onu bulunca, gerisi biraz alınyazına boyun eğmek gibi. Tüm yükleri, bedelleri ve lütuflarını taşımak, dışarıdan bir karşılık beklemeden, kendini bir yarış ve hiyerarşi içinde tahayyül bile edemeden.
Ve işte o zaman artık, “bunların güzel dizeler olup olmadığını” sormayı aklından bile geçirmez oluyor insan.
İçe dönüşten, bu kendi dünyama dalıştan doğan her ne varsa, o işte dışarıyla bir hizalanma ihtiyacından azade. Kimi övüyor sonra, kimi yeriyor, ikisine de benzer bir mesafeden, geniş bir ovadan bakmak mümkün hale geliyor.
“Sanat eseri, yaratma gereksiniminden doğarsa güzeldir.” diyor yine Rilke. Bana göre her şey böyle, tüm iyileşme yolları, hakikat arayışı, işler ve ilişkiler.
Yine, başka türlü nasıl olur bilmediğimizden. Her şey o çaresizliğimizden. İçimizdekini dışarı vurmasını nasıl biliyorsak -mecbur- onu yapışlarımızdan.
Kapı çalana açılır, evet. Ve kendi hakikatine yaklaşmak, bir bakıma hangi kapıları çalacağını ayırt etmeye başlamak. O kapıların da sen çal diye beklediğini sezmek. Dışarıdaki çılgın kalabalık uzakta, sen kendine yaklaştıkça, kendini sana göstermeye başlayan yakıcı ve muazzam hakikat. Tüm ihtişamıyla, bir manzaradan kesitler gibi.