“Bu sabah uyandığımda aynı kişi miydim ben? Aynı kişi değilsem sorayım o zaman: Kimim Allahaşkına ben?”
Lewis Carroll’ın yazdığı biri miyim acaba, diye düşünürüm bazen:) Benim de sabahları kalkıp, kimim allahaşkına ben, merakıyla aynaya baktığım çok oldu, hala da oluyor.
Varoluşun çetin koşullarında “Neden buradayız”ı keşfedebilmek mümkün mü? Ölümün varlığını reddetmek üzerine kurulu bu “mış gibiler dünyası”na içimin uyumsuzluğu uzun bir kuyruk gibi, nereye saklasam onu? Neden hep “Herkes aynı şeyden bahsediyorsa kesin bunda bir yanlışlık var” hissine sahibim? Formumu gerçekleştirmek benim için ne demek? Hayatımı nasıl yaşamalıyım? En derinde neyi arzuluyorum? Bu arzulayan ben de kim? Şartlanmaların, koşulların, düşünce ve duyguların ötesinde nasıl bir doğam var?
Kelimenin tam manasıyla kendimi bildim bileli bu soruların içimde büyük karşılığı oldu. Önceleri “varoluş problemi” ismini sürdürdüm, okuduğum akıllı abilerin izinden giderek. Hep boyumdan bir numara büyük şeyler okudum, yaşıma başıma bakmadan. Korkmadan tüm o zor ve anlaşılmaz diye etiketlenen metinlere, kutsal kitaplara, kadim metinlere daldım çocuk yaşlarda. İçim hep bir parça yaşlıydı görüntümden ve tahmin edilebileceği gibi hayatın ilk yıllarında bu büyük bir yalnızlık demekti.
Sonra sonra hakikat aşkına dönüştü içimde olan bitene verdiğim isim, gerçi ismin bir önemi de yoktu.
Hayat bana da herkese yaptığı gibi doğum anında bir soru sormuştu, Erich Fromm’un bahsettiği o soru. Tutkuyla hep o sorunun peşinden gittim, mahalle mahalle de gezdim. Radikal İslam’dan türlü cemaat ve ideolojilere, şimdi bakınca hep kafamı içeri sokup ortamı koklayarak dolaşmışım, bedenim ve ayaklarım kapının dışında kalmış.
Yolum en çok edebiyattan geçti, okumaktan geçti. Her zaman öğrenmekti, sonsuz bir merak etmekti mayamda olan şey.
Bir ara bir de gördüm ki, dünyayla ve canlılarla temasta olduğum yanılsaması içindeyken aslında kelimelerle, fikirlerle, ideallerle temastaymışım.
İşte o gün bugündür de yolun seyri başkalaştı. Artık aldığım eğitimlerde yeni bir şey aramıyorum. Hayata bakışımı derinden sarsacak bir reforma da ihtiyaç duymuyorum. Olduğu gibi ve kadarıyla yaşamaktan anladığım bana yetiyor.
Biliyorum demiyorum, tam tersi, çok daha fazla “bilmiyorum”a sahibim. Bilmediklerimin önünde eğilmeye dair yoğun bir istek duyuyorum. Bilmediklerime teslim olmaktan başka çaremin hiç olmamış oluşuyla, ilk kez bu irtifadan yüzleşiyorum.
Öğrenmekten keyif aldığım için öğrenmeye ve öğrenmek için çok iyi bir araç olduğu için de öğretmeye devam ediyorum.
Bazen yazdıklarımı okuyan insanlarda, beceriksizlikten, sanki her şey bu bedenin içinde hep süt limanmış, sarsılmaz bir iyilik haline ve netliğe sahipmişim gibi bir algı oluşturmaktan korktuğum oluyor. O korkuyu ve kontrol hissini görüp selam verip yola devam ediyorum. Niyetimi ve çaresizliğimi yani lütuflarımı (ikisi aynı şey değil mi?) hatırlıyorum.
Buralarda gülen yüzler kalpler kullanırken, bazen, “Olduğumdan sevimli mi görünüyorum? Ben herkese bu kadar cana yakın biri değilim, aslında bir mesafem var yüz yüze görüşsek.”, diye ikilem ziyaretine uğradığım oluyor.
Small talk götüremiyorum. Konuşabildiğim için dışa dönük sanılıyorum, ama içe dönük parçalarım ağır basıyor. Bana hayallerinden, yaralarından yaratacaklarından bahseden birini saatlerce dikkatimi verip dinleyebiliyorum, ama başkalarından, kusurlu olandan, dedikodulardan ibaret diyaloglardan arkama bakmadan kaçıyorum.
Vaktim ve önceliklerim konusunda bencilliğe çok yatkınım. Benim payıma düşen de bu hayatta bu olmuş; ruhen idealizme, bencilliğe, çalışkanlığa ve adanmaya yatkınlığım var. Bunların hediyelerini yaşadığım ve paylaştığım gibi karanlıklarıyla da yüzleşmeler yaşıyorum. Bana has dengemi buluyorum, tekrar sarsıldığında yalancı bir denge yerine sahici bir sarsıntıyı tercih ediyorum.
Kolay hayır diyorum, ve yer yer duvara varabilen sınırlarım oluyor, kimilerine “öküz” ya da “tutarsız” gelebilecek şeyler söyleyip yapabiliyorum. Özellikle bu toprakların kadınları arasında bunda da biraz azınlık içinde hissediyorum. Bu her şey güllük gülistanlık demek değil, ben de çoğunluğun tam tersini öğrenmeye çalışıyorum. Hayatım bana bazen de fedakarlığı, feragat etmeyi, sabretmeyi, ilişki kurmak için bencil konforlu alanımdan çıkmam gerektiğini, daha çok evet demeyi öğretiyor. Hakiki bir çabam var ilişki kurmayı öğrenmeye dair, burada da seçici davranıyorum, bu çok derin emeği herkese vermeye çalışmıyorum.
Yüksek bir yang enerjiye sahibim, yapmakla/etmekle/yaratmakla kendimi kaybedebilirim; yin’in, durmanın, sessizliğin bana bu kadar iyi gelmesinin temel sebebi de belki bu. Doğuştan dünyanın en sakin insanı değilim, hangi zor duyguya yatkınsın deseniz öfke derim. Öfkeyle düzenli çalışıyorum.
Rapçi çocukları, kıyıda köşede kalanları, lgbt bireyleri ve bir yerinden azınlık- anlaşılamaz hisseden herkesi, kişisel gelişimde kendini kaybetmeyip Suriyeli mültecilerle, Tayyip Erdoğan’dan nefret etmekle ve küresel ısınmayla konumuzun alakasını kaçırmayan kişileri seviyor ve kendime yakın buluyorum. Survivor tarafımla, acıyı dindirmeye, daha fazla acı yaratmamaya dair içimde kuvvetli bir itki duyuyorum. Hayatımın ilk yıllarında hem bireysel olarak maruz kaldığım zorluklara, hem de alevi, Kürt, Arap, gay, fakir olmak vb. sebeplerle çocuk yaşta acıyı ve mainstream’in dilinden anlamadığı ama herkesi anlayan insan olmayı beraber tattığım arkadaşlarımı bana sağlayan hayat hikayeme bugün çok derin minnet duyuyorum. Zihinsel hapishanelerimi çok küçük yaşlardan itibaren çatırdatan şeyin, insan olmaya dair acıları gözlemlemek, o acılara elimle uzandığımda dokunabilecek yakınlıkta olmak olduğunu düşünüyorum. Bunları da “ruhsal” denilen çalışmalardan, meditasyondan ve şefkatten ayrı göremiyorum.
Sabahları ölüm fikriyle uyanıyorum. Ayaklarımın çözülüp toprağa karıştığını hemen her gün düşünüyorum.
Yazdıklarım, tamamen onlarla başka ne yapacağımı bilmediğimden, bir çeşit mecburiyetten çıkıyor. Paylaşmanın içimdeki asıl karşılığı çok içe dönük parçalarda yine. Yola böyle çıkmamış olsam da paylaştıkça, beni bana göre insanların bulduğuna da şahit olmaya başladım ve buna önce şaşırdım. Hani insanlar okumuyordu? Baktım ki beni, benim gibi okuyanlar buluyor! Sonraları geçti şaşkınlığım, her bir iletişimde, tanışıklıkta biraz daha anladım ve aramızda olabileni seyre daldım.
Sürekli ortada olmak, görünür olmak ihtiyacında değilim. Bundan önce uzun yıllar sosyal medya kullanmadığım dönemler oldu, şu sıra insanlara ulaşmak için vesile olarak görüyor ve kullanıyorum. Yazdıklarımı birilerine hizmet olsun, faydam dokunsun gibi bir “verme”’ iştiyakiyle değil, gerçekten canım istediği için paylaşıyorum. Bu da öfkelenmemi engelliyor ve burada sağlıklı bir duruşta olabilmeyi benim açımdan sürdürülebilir hale getiriyor.
Hayatımın pek çok parçasını burada hiç paylaşmıyorum. Şeffaf falan değilim ve de tüm kırılganlıklarımı kimin okuduğu belli olmayan bu platformda savurmayı kendime tavrım açısından doğru bulmuyorum. Özetle burada kendi gerçeğimden paylaşmayı uygun bulduklarım yer alıyor. Hakiki olmayan bir şey yok ve hakikatimin de tümü burada yok.
İçselleştirmediğim, pratiğimde ve hayatımda yer almamış başlıklara sadece okuduğum için yer vermemeye özen gösteriyorum. Örneğin idrak ettiğime inanmadığım için, “Hepimiz biriz canlar.” gibi cümleler kurmuyorum. O cümlenin ağzında sahici durduğu insanlar gördüm, idrak nedir az çok algılayabiliyorum, o henüz ben değilsem o konuda susmak daha anlamlı geliyor.
Merak ediyorum, siz kimsiniz, nereden gelip nerelere gidiyorsunuz, beni neden takip ediyorsunuz?
-Bu bir son dönemde yeni gelenlere “Hoş geldiniz, ben şuna benziyorum.” ve “Bi’ su alır mıydınız?” yazısıdır.