“İnsan herhalde uykudan kalkınca hemen uyanamıyor da, bir şeyleri gördükçe, o gördüğü şeyler kadar parça parça uyanıyor, diye düşünüyordum. Masayı görmüşse masa, kitapları görmüşse kitaplar, giysileri görmüşse giysiler, duvarları görmüşse duvarlar kadar uyanıyor, diyordum sözgelimi. Bir bakıma, insan gördüğü şeylerin toplamı kadar uyanık, görmediği şeylerin sonsuzluğu kadar uykuda oluyor, diyordum. Ardından da, olaya bu açıdan bakıldığında, var olan her şeyi asla aynı anda göremeyeceğimize göre, demek ki uyanmanın hiç, ama hiç mi hiç sonu yok, diyordum.”
Hasan Ali Toptaş’ tan yine.
Uyanmanın hiç ama hiç mi hiç sonu yok.
Bu cümleyi alıp -elimizi kalbimize koyar gibi- koyalım mı kalbimizin üzerine?
Uyanmanın sonu yok.
Uyanmanın sonu vallahi yok.
Uyanmamın sonu sahiden yok.
Sonu,
Yok.
O zaman bu neyin hırsı, neyin agresyonu? Kim koşuyor peşimizden, kim itiyor bizi?
Alan Watss’ın dediği gibi, kendi ayaklarımızdan kaçamayız ve onları kovalayamayız.
E uyanmanın da sonu yok.
Şu anda- pandemi halinin orta yerinde- her neyse haliniz ona biraz daha razı olsanız ne fark ederdi?
Hissetmeye en gönülsüz olduğunuz hisleri hissetmeye dair küçük bir risk alsanız ne fark ederdi?
Mark Nepo gibi güzel isimli güzel bir şair buna “the exquisite risk” diyor. Nefis.
Nefis bir risk alabilir misiniz?
Ne kadar mümkünse…O kadar küçük.