Cam Kırıkları

algonquin morning mist“Mr. Duffy bedeninden kısa bir mesafe uzakta yaşardı.”

diye başlar Jaymes Joyce, Dublinliler adlı kitabındaki bir hikayesine.

Modern zamanlarda insan, bedeninin içinde doğan ama büyürken bedeninden adım adım uzaklaşan ve bunun bedellerini ödemeye başladıktan sonra ancak bilinçli tercihler yaparsa tekrar bedeninin içinde yaşayabilen bir varlık.

Önce şunda bir anlaşalım: Kalbine batan koca koca cam parçalarının farkında bile olmadan yaşayıp giden koca bir güruhun içinde azınlık olarak başlıyoruz bu yolculuklara.

Ne yalan söyleyeyim, hiç ilgimi çekmeyen “haklı, bildik, sürprizsiz” bir çoğunluk, içinde yaşadığımız. “Neyimiz var ki”yi duyarsam, “Bedeninden kaç metre mesafede acaba şu an?” diye merak edebiliyorum sadece.

Yazının devamı “İçinden geçip gitmeni bekleyen yalın bir kapı vardır ve öteki ayaklar diğer taraftadır.” öğüdünü takip eden Alice’ler için. Ormana hiç adım atmazsa maceranın hiç başlamayacağını bilen vahşiler için.

Siz ne dersiniz adına bilmem, bana göre cam parçası kapısı o ilk kapı 🙂

“Merhaba cam parçası, tanıştığımıza hiç memnun olmadım!” dedikten bir süre sonra kalbimize batmış koca cam parçalarını çıkarıyoruz. O sıra feryat ediyoruz, ağlıyoruz, belki yardım alıyoruz. Akut bir yara bakımına gereksinim duyuyoruz.

Sonra yolda giderken, başkalarının da kalbinin cam kırıklarıyla dolu olduğunu görüyoruz. Orada yoga dersinde komutlarla ve poza girmek için titrerken açılmayan kalbimiz azıcık açılıyor.

Açık bir kalple yaşamak kırık bir kalple yaşamakmış. Böyle yaşamanın tadına bakıyoruz. Aa, geri dönüşü yokmuş, biz eski biz değiliz, ona ayılıyoruz.

Sonra “Koca parçalar çıktı, temizlendim, oldum, bitti, geride kaldı.” derken, bir bakıyoruz en derinlere gömülü cam parçaları kalmış. Çok ama çok minikler, ama oradalar ve belki hiç gitmeyecekler.

O koca parçalar gibi değil bunlar, öyle her gün kanamıyor, bizi tetikte tutmuyorlar. Hayatı yaşamamıza engel de olmuyorlar. Hatta günler, aylar oluyor, unutuyoruz bile varlıklarını.

Sonra bir şarkıyla, şiirle, bir bakış, bir dokunuşla, şahit olduğumuz bir sahne, aldığımız bir soruyla içimizde cızlıyorlar.

Cızladıkça bizim kalpler birlikte atmayı hatırlıyor. Cızladıkça yaratasımız geliyor. Cızladıkça kendi şarkımızı söyleme ihtimalimiz artıyor. “Madem hep cızlayacak.” dediğimiz noktada “Kaybedecek bir şeyimiz yokmuş”a yaklaşıp daha cesur olmaya başlıyoruz. Kendimize izin vermeye başlıyoruz. Âşık oluyoruz. Cızladıkça öteki cızlayanlarla olağanüstü karşılaşmalar yaşıyoruz.

Ve gün geliyor, çok canı istedi ve vakti geldi diye belki şükür bize uğruyor.

Ve seviyoruz o büyük mutsuzluğu artık, canımız gibi. (bkz: Lao Tzu)

Çok şükür o cızlatana, cızlayana, cız’a,

Ve tüm bu debdebenin ötesinde hiç cızlamamış ve hiç cızlamayacak olana!

Demek bunların hepsi bunun içinmiş.

Demek hayatta bu mümkünmüş.

Geldi de geçti değil.

Geldi, geçmedi. Kaldı, durdum. Baktım, yaktı.

Yaktığı yerin yangınını olmamış hallerimi eritmeye ve birilerinin yoluna yoldaş olmaya adayabilir miyim?

Hikayelerimin ötesini, gerisini görmek için uyanık kalabilir miyim?

Benim yoldan anladığım az buçuk bu. Niyetim, yönüm, taahhüdüm bu.

 

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Twitter picture

You are commenting using your Twitter account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d bloggers like this:
search previous next tag category expand menu location phone mail time cart zoom edit close