
Öfke iyi midir kötü müdür?
Bu yazının devamında konu aslında öfke değil, mevzuları ele alış biçimimize dair bir şeyler diyesim var. Meramımı öfke üzerinden anlatmayı deneyeceğim.
Anne olduktan sonra, kollarımda bulduğum bebeğimle eş zamanlı olarak, kendi bebekliğimi de kucağıma aldım. Meğer o, öfkeden bir ateş topuymuş. Başta, “Kabul edeceğime ölsem daha iyi.” gibi gelse de bu öfkeyle evimde, bedenimin içinde baş başa olduğumu idrak etmem çok uzun sürmedi. Hemen kovmak istediğim bir şeyi bedenimde nasıl misafir edecektim?
Bu dönemde öfkeme hak verilmesine ihtiyacım vardı. Çünkü kendi kendime yeterince hak vermiyordum. Yakın çevremden öfkeme dair bir onay bekliyordum, ki bu da geçmiş yıllarımdan bana tanıdık bir şeydi. Allah var, yakınlarım hak vermenin everestini yaşattılar bana.
Ancak o zamanki tanımımla “herkes” hak verdikten sonra, kendi kendime hala kötü hissettiğimi itiraf ettiğim bir gece, artık kimseden gelecek bir onay dokunuşunun beni kurtaramayacağını, ancak kendi halime hak vermeye ihtiyacım olduğu gerçeğiyle yüzleştim.
İşte o sıralarda, eğitimini aldığım Geştalt yaklaşımı ve seanslar, süpervizyonlar bana ilaç gibi geldi. Her duygu nötrdü, her hal tamamdı. ” Öfkem bana ne söylüyor?” diye dinlemek vardı. “Öfkelenmek hakkımız söke söke alırız.” vardı. “Öfke kötü değildir”e inanmak vardı. Alice Miller okuduğumda çok iyi gelmişti, kızgın kumlarıma serin sular serpmişti.
Hak verilen ve yeterince dinlenen öfkemin önce alevleri geçti, sonra köz oldu ısıttı. Isıtınca bazı sertliklerimi, köşelerimi, haklılık ve mükemmelliklerimi bir güzel eritti. Evet, bu radikal kabul ve alan olma çalışması işe yarıyordu!
Öfkenin ve ızdırabın kökenine indirmedi beni, hikayemle özdeşleşme halimi sarsmadı. O hikâyenin içinde yaşayan birini, son derece “ben” seviyesinde rahatlattı, bu da o aşamada gerekliydi ve iyi geldi.
Öfke gibi zararlı bir duyguyu nasıl beslemem, o ateşe nasıl odun atmam, bunlar öğrenilecekler listesinde bekliyordu.
Bir süre sonra, öğrencisi olduğum Dharma öğretmeni Cem Şen, bir derste “Öfke kötüdür.” deyince devamını duyamaz oldum:) Hemen sordum, dedim ki: “Biz öfkeye Geştaltte kötü demeyiz de, öfkem bana ne söylemek istiyor? diye sorarız hocam, ama gerçekten anlamak istiyorum sizin anlattığınızı.” dedim.
Şimdi olsa böyle bir soru sormam, çünkü bir usta böyle dinlenmez, daha önce bildiklerinle kıyas yapmak öğrenme deneyimini iyileştirmez ve öğrenmek için sonuna kadar bölmeden dinlenir, başlangıç zihniyle alacakların alınır ve sonra demlenmeye bırakılır, sonra sahiden soru varsa sorulur falan filan. O vakit bunları henüz öğrenmemiştim.
Kendisi beni anlayışla, şefkatle dinledi. “Farkındayım gerçekten anlamaya çalıştığının.” dedi. Ve olduğu şekliyle, pek tabi ki eğip bükmeden, dosdoğru cevabını paylaştı.
“Evet, öfke kötüdür. Ben senin sorunu değil de şu soruyu sorarım: Neyi göremiyorum ki öfkeliyim?” dedi.
Ardından ekledi, “Bu sorunun zemini bana Can Yücel’in bir hikayesini anımsattı.” dedi. Zamanında yazılarında göt kelimesi geçiyor diye mahkemeye vermişler kendisini. O da “Hakim Bey, bizim köyde göte göt derler.” demiş.
Hoca bana salondaki herkesi güldürerek demiş oldu ki: “Bizim köyde de öfke kötü, ve kötüye kötü diyeceğiz, yapacak bir şey yok.”
Like it or not.
Şimdi öfke yakıcı ve yıkıcı mı? Evet.
Zararlı, zor, ızdırabı arttıran bir duygu mu? Tabi ki. Öfke kötü mü? Evet.
Peki yukarıda anlattığım kendi hikayemde o en zor dönemeçlerdeyken öfke kötüdür dense bana iyi gelir miydi? Muhtemelen hayır, bir araba da onlara öfkelenirdim.
Öfke kötüdür. Hayata dair, varoluşa dair bir şeyleri çok fena yanlış anladığımız için öfkeleniyoruz. Bunu anlıyorum.
Şunları da anlıyorum: Bir insan bedeninde, sınırlarım ihlal edilirse, öfkelenmeyeceğim koşullar çok zorlanırsa, ben bazen yine öfkeleneceğim. O zamanlarda öfkeye “Kötüsün kötü, kışkışkış.” yerine, şefkatimle, anlayışımla mecburi ev sahipliğimi yapacağım ama onu aç bırakacağım çünkü “öfke kötüdür”ü unutmuş değilim. “Öfkem bana ne diyorsun, de bakalım?” diyeceğim yine. O halde öfkem kötü de değil.
Şimdi ne diyorsun yani Sema, öfke iyi mi kötü mü? Bu basitleştirme ve indirgemeci dualistik zihin yapımızın ne kadar işlevsiz olduğunu anlatmaya çalışıyorum.
Geçen gün çıplak yoga pozları ile ilgili bir parça sert gelebilecek bir yazı paylaştım. Çıplak yoga pozu kötü mü? Evet, savunulacak bir tarafı var mı, altına yazılan tüm o yüzeysel kendin ol mesajlarıyla? Ama kötü de değil, son derece anlaşılabilir ve nötr bir yandan da. Bu ikisini aynı anda görmek mümkün mü? Evet!
Bazen kötüye kötü, anormale anormal, haksıza haksız, hadsize hadsiz demek lazım ve onu deriz.
Bazen o kötünün arkasındaki yumuşaklığı, incinebilirliği, insan olmaya dair hepimizde ortak kusurlulukları şefkatle görmek mümkün olur, o zaman da oradan anlatırız.
Bu yazıda da mesela, her ikisine de hâkim bir tepeden yazdım. Her zaman bu irtifada değilim, olamam ve bunun farkındayım.
Ben kimseyi, en çok da sevdiğim, saydığım ve minnet duyduğum hocalarımı idealize etmiyorum. Kimsenin de beni idealize etmesini istemem.
Bazen, bu kötü. Bazen, bu kötü değil. Bazen, bu ne iyi ne kötü. Bazen, bu nerede? Bazen, bu yok. Bazen, sessizlik.
Anlatabildim mi azıcık?