
Bazı mevzular var, buralarda, kitaplarda yazılıp çizildi mi şık duran, alkış alan. Kelime olmaktan çıkıp da hayatına sirayet etti mi ateş olup yakan.
Sevmek, özgürlük, hakikat, sınırlar, şefkat, kabul.
Sadece birini seçip, Buda’dan ve Mevlâna’dan daha havalı yazdığın o cümlelerden tek bir kelimeyi alıp her gün hayatıma geçireyim dersen ne oluyor biliyor musun?
Yanıyorsun.
Yıkım. Can acısı. Yol ayrılıkları. Bedeller. ⠀
Hayat-Ölüm-Hayat!
Bir dalın rüzgarla salınışından içine ferahlık da çekebiliyorsun evet, ama çatırdayarak tam ortadan tutunduğun dallar da birer birer boşluğa cup.
Tutunduğun dallar bir bir yok olurken -çünkü bir varmış bir yokmuş- bir bakmışsın havadasın. Düşecek zemin yok, öyle diyorlar. Ama insansın, bazen zemin var ve çakılıyorsun sanacaksın, kaderin bu.
Zeminin sahiden olmadığını kavrayana kadar -ki ben sürekli olarak orada değilim ve oradaymış gibi yapmadığım için bunları yazıyorum- suni zeminlere çakılma hikayelerimiz de olacak belli ki.
Gerçekten kendimi ateşe attığımı, artık kimseyi doğru bellediğim bu yola çağırmadığımda anladım. İnsanın öyle canı yanıyor ki, başka birinin -en yakının dahi olsa- canının da aynı senin gibi yanacağını biliyorsun. O acıyla bir şekilde o bedende yalnız olacak, ne destek alırsa alsın.
Ben kimim ki, ne haddime, başkasına hadi sen de atla ateşe diyeceğim? Var mı içinde o aşk? Benim ateşim kendime ancak yetiyor zaten o ayrı konu. Ama hakikat aşkı da dağıtılmıyor ki kepçeyle çorba gibi?
Bu yollara ilk çıktığımda davet adı altında pek de güzel yapıyordum bunu: “Hadi sen de!” baskısını. “Bu işlerle ilgilenmek” olmaktan çıkıp yanmaya dönünce mevzu, karnımdan ağzıma böyle kelimeler yükselmez oldu.
İnsan susuyor. Bilmiyorum, diyor. Zor, anlıyorum, diyor. Bakıp kalıyor.
Bana da böyle bakıldı, şükürler olsun. O bakışlardan, verilen tavsiyelerden bin kat fazla ateş aldım dönüşmeye, hep. Halimden anlaşılmasının çırasıydı o bakışlar. ⠀
⠀