
Eylül başında yazdığım bir yazıya bakıyorum. Hani birileriyle paylaşılmak üzere yazılmayan. Hatta asla kimseyle paylaşılmamak üzere yazılmış olan.
Nasıl naif geliyor o yazının anlatıcısı. Hiçbir şey bilmiyor, her şeyden habersiz! Şimdiki halim farklı sanki. Gülümsüyorum gördüklerime. Kendime çok yakın hissediyorum tam da şimdi. Kabuklu bir hayvanmışım da kabuğumdan bir süreliğine çıkıp güneş alıyormuşum gibi bir his. Çok yumuşağım, çok kırılgan, aslında bir o kadar yok edilemez, esnek.
Size de olur mu, ben kendime çok yakınken ancak varlığında yine ona çok yakın hissedebileceğim birileriyle olabiliyorum. Yoksa da yok. Şu hâlde kapıdan su almak işkence, insan yüzü görmek istemem, gözlerine bakmayacağım kimseyle tek kelime etmek istemem.
Burnuma bir sabun kokusu geliyor. Parmak uçlarımdan ellerimi kokladım az önce, ellerim böyle kokmuyor. Sabun kokusu yazıdan geliyor.
Koku güzel mi çirkin mi? Güzel, hem de çok. Az yabancı. Çoktan mazi olmuş ve hala gelecekte. O yüzden mi kokusu şimdi geliyor burnuma?
Şu anda gözlerim de dolu, içim gibi. En başta hayatım gibi gördüğüm pratiklerime, meditasyona ihanet gibi gördüm sanki yazmayı. “Hiç iddiam yok, aman öylesine yazıyorum, işte çok sıkı okuyucuyum ben aslında.” Geç bunları canım, çoktan geçti bunlar.
Şimdilerde kucağında yeni doğanıyla gezen taze anne gibi hissediyorum. Yazma lohusalığı. Oğlumu doğurduktan sonraki lohusalıkta öte taraflara yakın olmak ruhuma çok tanıdık olduğundan kendimi hiç olmadığım kadar iyi hissetmiş ve bunu o dönem yakınımda olan kimseye tam manasıyla aktaramamıştım. Tabi bu allak bullak olmadığım anlamına da gelmiyor.
Şimdi yazmanın beni çektiği öteler var. Aynı ölüme yakınlık. Aynı doğumun kanı, canı, hissi. Allak bullaklık. O ilk annelikte doğumdan sonra yalnız da olunca ellerimde egzama başlamıştı, gittiğim dermatolog yeni annelerde sık görüyoruz demişti. İlacı, tedavisi bir yana, egzamada ellerini az yıkayacaksın. Şimdi yeni doğum sonrası egzamamda hayatın belli kısımlarıyla daha az temas ihtiyacı hissediyorum.
Şefkat. Dharma. Nörobiyoloji. Yin Yoga. Hayatım bunlarla geçiyor gibi görünürken bir bakıyorum sürekli yazar olmuşum. Öyle blogta, buralarda paylaştıklarım değil; banka sırasında, oğlumu okula bırakıp arabaya geri döndüğümde kontağı çevirmeden, kendimle kahve içerken, avarelik ederken, uçakta, kütüphaneye kapanıp, doğaya kaçıp. Geceleri, sabah saat çalmadan uyanıp yataktan kalkmadan. Defterlere, telefona, bilgisayara.
Yazamadığımda öfkeleniyorum. Çok severek yaptığım diğer işlerimden yazmaya vakit az kalınca kendi kendime güceniyorum.
Şimdi yazınca hepsinin her an farkındayım gibi oluyor, öyle değil. Bir görüyorum öfkeliyim. Bir bakıyorum ateşin ardına, yoğunlaşan, dışarı bildiğim kanalla akmak isteyen şeyler. Uyanık davranabilirsem hemen bir şekilde yazıyorum. Tam şu an olduğu gibi. Bazen ne çıktığı hiç önemli değil.
Buralarda İslam’ın beş şartı gibi şefkatin üç parçası var falan yazamayacağım sürekli, o ben değilim. Stratejim, iletişim planım olurdu, ben bir ürün olsaydım. İkisini de yapmayı iyi biliyorum, ama ürün değilim. Bir günü ötekini tutmayan sıradan bir insan evladıyım.
Sancılı bir dönem oldu. Doğumlar sancılı oluyor, insan neye uğradığını şaşırıyor. “Eyvah sevinmem lazımdı n’oluyor?” diye düşünüyorsan hapı yuttun! Öyle tek duygunun tek rengiyle boyanmış sağlıklı sıkıcı bir saha değil burası. Kaos, rengarenk, çok ses. Kapsayabilirsen, taşıyabilirsen ne ala. İçinde boğulmaz ya da kendini kaybediyor gibi hissetmezsin. Hepsinin içinde yüzdüğü bir boşluğum var, günden güne genişliyor, hissediyorum. Benim için bu artık sadece meditasyonla, tefekkürle değil, yazmakla da oluyor. Buna da alışırım, zamanla. Hatta ardından başkalarının da geleceğini biliyorum. Truva atım meditasyon oldu, şimdi şehirde türlü şekillerde geziyorum sanki.
Yeni anneler doğumdan bir süre sonra bebek bir uyuduğunda böyle şeyler yazabiliyor. Ben evvelden oğlum doğduktan sonra bunun çok daha cicili bicilisini yazmış idim. Bu doğumda karanlığa karanlık demenin hafifliği var, karanlığa eşlik eden.
Cüret edip duruyorum. Allah sonumu hayır etsin:) Beni anlayan anlayacak yine. Ne garip, insan aslında anlaşılmak istemiyor. İçten içe imkânsız olduğunu bilişimizden mi? Bana öyle geliyor ki şahitlik edilmek istiyoruz. Eşlik edilmek. Hayat dansımıza. Şarkımıza.