Çocukluğumda epilepsi hastasıydım. Uzun yıllar tedavi gördüm. Bayılma nöbetleri geçiriyordum ara ara. Bayıldığımda neye uğradığımı şaşırıyordum; gözlerim ve bilincim kapalıyken içeride sanki bir otoban kenarına yatmışım da geçen tırların kamyonların seslerini dinliyormuşum gibi, beynimin dalgalarının sesini işitiyormuşum gibi şeyler olurdu. Yaşlı bir profesör olan nöroloğuma böyle tanımlamıştım içeride olup biteni. Tanı aldıktan sonra belki aylarca evdeki kütüphanedeki ansiklopedilerden sara, epilepsi, nörolojik hastalıklar, beyin, ne bulduysam okudum. Epilepsi kısmında tabi ki korkunç şeyler yazıyordu ve altı çizili satırlarda ölüm insidansları, ilerleyiş şekilleri ve bilumum işime yarayacak gibi duran bilgiler vardı. Defalarca okuyarak dile bile gelemeyen, kimseye bahsedilemeyen ve dahası hissedilemeyen duygularımla, küçük bir çocuk olarak ölüm korkumla başa çıkmaya çalışıyordum. Özetle bu epilepsi işi bir çocuk bedeninde zor işti.
Her neyse, ayıldığımda başımda ya hiç kimse olmuyor ya da ortamın o andaki en çocuk, en acemi, en alakasız kişisi oluyordu. Neden mi? Çünkü ben nöbet geçirirken bundan fenalaşan aile büyüklerimin başında oluyordu herkes. Ayıldığımda sakinleştirilecek, ilgilenilecek ve korunacak kişinin ben değil, benim başıma bu geldiği için çok üzülen benden büyük başka birileri olduğunu görüyordum.
Bu acı tecrübeyle yaşamım bana, acı çekenin ne hissettiğini fazlaca hissedip (ve olan bitenden kendi adına korkup, endişelenip) bunların altında ezilmenin ne kadar işlevsiz olduğunu, hissettiğinle başa çıkacak duygusal kaynakların yoksa ayılıp bayılmaktan başka elinden bir şey gelmeyeceğini ve bunların acı içindeki kişiye ne kadar faydasız ve hatta zararlı olduğunu öğretmeye başlamıştı.
Hissetmeyi öğrenmem yıllarımı aldı. Donarak, hissizleşebildiğim için sakin kalabilmekten, çok hisseden ve çok sakin, serin birine dönüşmek daha uzun yıllar aldı.
Eğer son günlerde fazlaca ayılıp bayılanlardansanız, kendinize kızmadan ve anlayışla yaklaşarak ve samimice çocuğunu kaybeden anneler ve ülkesini terk etmek zorunda olan insanların gerçek manada şu an çok ama çok zor durumda olduğunu ve ayılıp bayılarak onlara hiçbir faydanızın dokunmayacağını itiraf etmek çok iyi bir başlangıç noktası olabilir. Ayılıp bayılmanın kimseye bir faydası olmadı, olma ihtimali de yok. Burada yas tutma halinden bahsetmiyorum. Üzülecek bir şey olunca üzülürüz, bundan da bahsetmiyorum. Burada acıdan paralize olup yolunu kaybetmekten, üzüldüğü şeyin başına geldiği insanlardan daha beter bir halin içinde kendini kaybetmekten söz ediyorum. Yoksa hisseden her canlı eminim ki büyük acılar hissetti bedeninin içinde, kalbime dolan yasla hıçkıra hıçkıra ağlayan ben de buna dahilim.
Kendisine kendi iyiliğini isteyen iyi bir anne gibi bakan, ihtiyaçlarını gözeten, limitasyonlarının ve kişisel etki sınırlarının farkında ve bu sınırların içinde büyüyüp serpilen insanlar ise acıdan paralize olanların aksine bugüne kadar dünyada ıstırabı dindirmek için ayağa kalkabildiler. Örnek aldığım, bana ilham vermiş her kişide aynı güçlü, dayanıklı, kendisini de içine alan şefkatli tavrı görüyorum.
O halde öğrenmemiz gereken şey belli: Acıya, içimizde ve dışımızda verdiğimiz karşılık üzerinde çalışmak.
Acı çeken birileri olduğunda bu acıya karşılık verme biçimimiz çok şey söyler.
Manevi olgunluk, kendini iyileştirme, ruhsal kapasite, şefkat falan filan, adına ne derseniz deyin hepsi en temelde acıya arkamızı dönmemeyi içerir. Zaten artık istesek de dönemeyeceğimiz kadar çok acıyla bir arada kalma zaruretinde olduğumuz günlerdeyiz ve dahası da gelecek.
Peki arkamızı dönmeyip yüzümüzü dönmek yeterli mi? Bu kez de orada nasıl durduğumuz her şeydir. Acı çeken ve sahiden aşırı zor durumdaki kişilerden daha bedbaht olup, işleyemez, fonksiyon gösteremez ve hiçbir işe yaramaz olursak acıya yüzümüzü dönmeyelim çok daha iyi. Gölge etme başka ihsan istemem, demiştim çocuk aklımla ben. Hah işte ondan olmak istemiyorsanız bir ihtimal daha var.
Acıyı, ıstırabı dindirmek için harekete geçmek. (Bu, şefkattir.) Dindiremiyorsak o acıyla -varlığını reddetmeden, inkâr etmeden- zarafetle, asaletle, büyük bir cesaretle yine de kalmak. (Bu da şefkattir.) Dindiremeyececeğimiz, olanı engelleyemediğimiz zorlayıcı durumlarda hissetmemiz kaçınılmaz olan yas, keder, üzüntü gibi duyguların farkında varmak. (Bu, duygusal farkındalık.) Yapabileceklerimizi yapmak, hayatın içinde işler durumda kalmak, donmamak için kendi kaynaklarımızı beslemek. (Bu da kendimize şefkat.)
Şefkatiniz kendinizi içermiyorsa o şefkat eksik, diyor tüm ustalar. Kendimizi gözetmek, dünyayı gözetmekten ayrılamaz. Belli ki dünyayı, canları, ve maalesef çocuklarımızı, kendimizi çok daha iyi gözetmemiz gereken günler kapıda. “İhmal edilen kedi kaplana dönüşür.” der Jung. Belli ki ihmal ettiğimiz tüm kediler kaplanı da geçti ejderha olmuş üzerimize ateş püskürtmekteler ve bu dünyanın bir parçası olarak bundan “sıyırma” seçeneğimiz bulunmuyor.
Bugünün koşullarında kendimizi nasıl gözetiriz? İlk aklıma gelenler: Hissettiklerimizi hissetmeye izin vermek, onları herkesle değil uygun kişilerle paylaşmak, enerjimizi anlayışı dar kişilerle boş diyaloglarda harcamamak, destek almak, destek vermek. Bu yoğun acı dönemlerinin yoğun büyüme dönemleri olduğunun farkına varmak. Hep iyi hissetmemiz gerekmediğini, biraz büyümemiz gerektiğini, kimsenin bize dünyada hep mutlu olacaksın sözü vermediğini hatırlamak.
Bugüne kadar hiç samimiyetle “İç çalışmalar falan yapıyorum da ben ne işe yarıyorum, dünyaya nasıl hizmet ediyorum?” diye sormadıysak onu sormak için en mükemmel zaman şimdi. Yaşamın anlamı ne ki? Entelektüel sorgulamalarından yaşamla temas eden, dünyanın acısı için -kimse görmek zorunda değil- kendi küçük sıradan yaşamında ayağa kalkan biri olmak için asla geç değil.
Ben nasıl bir hayat yaşamaktayım ki birileri birilerini insan olarak dahi görmüyor? Benim iç çalışmalarımla eylemlerim nasıl bir kopukluk içinde ki birileri sorsan “en insan”ken eylemlerinde kasten insan öldürebiliyor?
İçimde nasıl bir diktatörlüğü besliyorum ki dünya diktatör liderlerle dolu?
Benim yapabileceğim sahiden ne var?
Çocuğum büyüyüp bana hesap sorduğunda “Dünya yanıyordu, siz ne yaptınız?” diye, daha az utanabileceğim bir geçmişi şu an, bugün nasıl yaratabilirim?
Biliyorum, karanlık var ve bazı şeyler bizden çok büyük ve yapabileceklerimiz kısıtlı görünüyor. Ama Mary Oliver’ın adını koyduğu vahşi ve biricik hayatlarımızla ne yaptığımız çok şeyi etkiliyor ve bu gerçeği görmemiş gibi yapamıyorum.
Donmadan, uyuşmadan, acıdan paralize olmadan, yapma transında kaybolmadan, fil dişi kulede atıl biçimde yaşamadan bu acılarla ne yapacağımızı öğrenmenin bir yolu var.
Evinin önünü süpürmekse o, çocuğuna dikkat vermekse o, arabadan para uzatmak yerine inip adına “mülteci” denen o “can”a üzerine sinmiş çöp kokusuyla birlikte sarılmaksa o, mesleğini, bilgini, paranı hayra hizmet edecek şekilde kullanmaksa o. Siz de yazın yorumlara, birilerine ilham verin.
İnsanların gözlerine daha uzun bakarak başlayalım. İki insan birbirine uzun uzun baktı mı orda mucizevi şeyler oluyor, biliyorum. Dünyayı insanların gözlerine bakabilen kişiler kurtaracak. Eğer öyle bir şey kısmetse, bilmiyorum.